Mimar Boran EKİNCİ Röportajı

Mustafa Onur AKIN
mustafaonurakin@gmail.com
onur@ustunev.com


Türkiye’nin tanınmış mimarlarından olan Mimar Boran Ekinci, 1987 yılında ODTÜ Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü’nden mezun olduktan sonra aynı yıl Ekinciler ve Ort. İnş. Ve Tic. Ltd. Şti.’nde profesyonel meslek hayatına başladı. Ardından 1988 yılında Mimtaş Ltd. Şti.’nde görev aldı. 1989 yılında İstanbul’da Hakan Dalokay ile birlikte Dalokay-Ekinci Mimarlık Ltd.Şti.’ni kurdu. 1991 yılında Ankara’ya dönerek Boran Ekinci Mimarlık Bürosunu kuran Ekinci, 1996 yılında bürosunu tekrar İstanbul’a taşıyarak mimarlık hayatına “Boran Ekinci Mimarlık Ltd.Şti.” çatısı altında devam etmektedir.

Odtü Teknokent AR-GE Binası, Dubai DEA Lojman Binası, Konya Selçuklu Parkı, İstanbul Ursa Tersanesi, İzmir Finansbank Bölge Müdürlüğü Binası, Tepe Konutları, Eston Konutları, Mersin Yat Limanı, Koşuyolu Alışveriş Merkezi, Kozyatağı Kültür ve Alışveriş Kompleksi gibi bilinen bir çok projede imzası bulunan Ekinci, aynı zamanda; Türkiye Çimento Müstahsilleri Birliği Yeni Birlik Binası Proje Yarışması’nda 1. Mansiyon Ödülü’nün, ODTÜ Ar-Ge Binası Yarışması’nda Birincilik Ödülü’nün, ODTÜ Ar-Ge Binası ile THBB 2004 Onur Ödülü’nün, Fethiye Marina ile 2004 yılında IX. Ulusal Mimarlık Ödülleri Yapı Dalı -Yaşam Çevresi Başarı Ödülü’nün, Mecidiyeköy Konut Bloğu ile Hakan Dalokay ile birlikte 2006 yılında X. Ulusal Mimarlık Ödülleri Yapı Dalı Başarı Ödülü’nün, Zafer Akay ve Ahmet Ardıçoğlu ile KAM Sempozyumu Proje Onur Ödülü’nün, Ekonomik Konut Öğrenci Yarışması İkincilik Ödülü’nün, Kent-Koop. Öğrenci Yarışması Onur Ödülü’lerinin de sahibidir. Profesyonel meslek hayatının yanında; Türkiye genelindeki bir çok etkinlikte ve üniversitelerde, konferans, sempozyum, seminer ve workshoplarda yer almış, aynı zamanda bir çok yarışmada da juri üyeliği yapmıştır.

Hayata sürekli pozitif bakan, eğlenceli, yaşamayı bilen ve paylaşmayı seven, kendine özgü doğruları ve düsturları ile kendi tabiriyle aklına ne gelirse söylemekten çekinmeyen, bir çok şeyi oyun olarak gören, neşeli ve etrafına bir o kadar da enerji saçan, yine kendi tabiriyle hayaller aleminde yaşayan, hayalperest Mimar Boran Ekinci ile mimar kimliğine paralel olarak; ekoloji, sürdürelebilirlik, küresel ısınma, futurizm, teknoloji, gelecek, inovasyon gibi içinde bulunduğumuz çağın yeni kavramları ve diğer sektörlerde olduğu gibi inşaat sektörünün de kendini bir anda bu kavramların içinde bulmasıyla sektörde yaşanan değişiklikler, yani kısaca yenilikler üzerine konuştuk.

Onur AKIN:
Öncelikle Boran Ekinci’den, mimar şapkasının altındaki Boran Ekinci’nin kim olduğunu öğrenelim. Kısaca kendinizi nasıl tanımlarsınız?
Boran EKİNCİ:
Aklıma ilk gelen karınca sürüsü oluyor. Karınca sürüsünün hepsi çalışır koşar, sürekli bir şeyler toplar, ben de kendimi o karıncalardan biri olarak görüyorum. Kafamda canlanan ilk imaj bu. Bunu daha somut ve basit olarak şöyle algılayabiliriz:

Mesela insanlık taş devrinden beri bir şeyler yapıyor. Birileri avlanmayı öğreniyor, ötekiler bir şeyler icat ediyor, diğerleri başka şeyler yapıyor, vs. ve neticede herkese bir iş düşüyor. İşler gittikçe gelişiyor, dallara ayrılıyor ve bir şekilde uzmanlaşılıyor. İlk evlerini de büyük ihtimalle kabile hep birlikte yaparken, aralarından bir iki tane konuya meraklı mağra adamı “şu fil dişlerini böyle çatalım, bunu şuraya koyalım, böyle olursa daha iyi olur” gibi fikirlerini geliştirirken; sonraları benzer işler yapılacağında, “bak o bu işten anlıyor, dolayısıyla çadırı daha iyi kurar” gibi bir görev üstleniyordu. Biz de aslında toplumda bu görevlerden birini üstlenmiş durumdayız. Tabii bunun icabı olarak da bir şeyin iyisi nasıl olur, nasıl yapılır diye bir misyonu da üstlenmiş olursunuz. Zaten mimarlık eğitiminin içinde de olan bir şeydir bu “daha iyi nasıl yaparız”. Mimarlıkta “daha iyi nasıl yaparız” isteğine; yenilik peşinde koşarak, yeniliklere açık olarak ve o uğurda hareket ederek, geleceği düşleyerek ve hayal kurarak ulaşabiliriz. Zaten önce hayal kurmak sonra da onu yapmak gerekiyor. Mimarlık hayallere bağlı bir iş olduğu için, “bunu böyle yapmak lazım, şuraya şunu eklemek gerekebilir, böyle daha iyi olabilir” şeklindeki bir takım yaklaşımlarla ve düşünce sentezleriyle hareket ediyoruz. Sonuçta insanlara bir şeyler öneriyoruz, düşünüyoruz, bazen hayal kurup eğleniyoruz, ille toplumsal olması gerekmiyor bazen son derece bireysel şeyler de olabiliyor bu hayaller…bunların hepsi bir ipucu, yeni bir taş koymak gibi. Bunlar mimarlık mesleğinin içinde var ve ben kendimi mimar olarak böyle görüyorum.

Onur AKIN:
Konumuzun genel anlamıyla yenilenme olduğundan bahsettik. Öğrencilik yıllarınızda, Zafer Akay ve Ahmet Ardıçoğlu ile birlikte “Yenilenme Hareketi” adında bir girişimde bulundunuz ve bu hareketin kurucu üyelerinden biriydiniz. Bu yenilenme o dönem için neye istinaden bir yenilenmeydi ve aşama olarak neler kaydedildi, hedefe ulaşılabildi mi?
Boran EKİNCİ:
Bu aslında düşünüldüğü gibi genel kapsamlı bir yenileme hareketi değildi. Öğrencilik dönemi ya da yeni mezun olduğumuz dönemlerdi. Mimarlar odası seçimlerine bir çok grup katılıyordu ve “şunun değişmesi lazım, artık böyle olması lazım” gibi bir dolu fikirler sunuluyordu. O zaman bazı mimarlar bir araya geldik ve yenilenme, yani mimarlık mesleğinin yenilenmesi üzerine bir grup oluşturduk. Oda seçimlerine önce destek veriyorduk, biz kendimiz katılalım demiyorduk fakat diğer gruplarla anlaşamadık, biraz kızdık onlara ve sonra, madem öyle, biz kendimiz katılalım diyerek seçimlere katıldık. Yenilenme Hareketi işte bunun sonucuydu. Yani idealist bir hareketti ama çok bir şey olmadı. Ahmet Ardıçoğlu ve Zafer Akay ile daha sonra bir sempozyuma proje sunduk. Bu da çok enteresan ve çok çok heyecanlı bir şeydi, birlikte bir proje ürettik. Büyük, lineer kentler dediğimiz, yani Türkiye haritası üzerinde örneğin Edirne’den Ankara’ya bir çizgi çekip, “işte bu çizgi şehirdir” gibi abartılı fikirler ve tartışmalarla dolu olan bir çalışma yapmıştık. Yine çok da enteresandır o gün çok eğlenceli, hareketli, kavgalı, gürültülü ve heyecanlı bir gündü…
Onur AKIN:
Anlatışınızdan bu açıkça belli oluyor zaten.
Boran EKİNCİ:
(gülüyor) Anlatsam baya uzun ve daha çok şey var tabii ki…böyle heyecanlı bir şey yaşanmıştı, çok eski gençlik yıllarımızdı.

Onur AKIN:
Eskiden insanlar kasabalarda yaşarken, her aile kendine ait tek katlı veya en fazla iki katlı bahçeli mütevazi evlerde otururmuş. Komşuluk, paylaşım ve güven varmış. Ürününü yetiştirir ve geçimini bir şekilde sağlarmış. Sanayi devriminin ardından ekonomiye dayalı hızlı kentleşmeyle birlikte, gerek kısıtlı olan alanlarda daha fazla insan barındırabilmek gerekse lüks yaşamak amacıyla apartman yaşamı tercih edilir oldu. Şimdi ise yine şehirden olabildiğince uzak, bahçeli, az katlı ve kale benzeri korunaklı evlerde yaşamak isteği ile eskiye modern bir yaklaşımla dönüş söz konusu. Bu istekler “kale benzeri korunaklı yapılarda yaşamak” dışında çok normal olan şeyler. Acaba bu şekilde yaşamayı tercih eden kesim, daha önce köyünden, kasabasından şehre göç etmiş olan insanların; köyde, kasabada hiç yaşamamış, tamamen şehir kültürüyle büyümüş olan çocukları mıdır diye ilginç bir teori geliyor insanın aklına. Şehir hayatının acımasızlığı, korkuyu ve güvensizliği de beraberinde getirmiş sanki..Sonuç olarak herhangi bir yapı, henüz fikir aşamasındayken; doğal çevreyle uyumu, kültürel değerler, coğrafi koşullar, sosyo ekonomik ve beşeri faktörler gibi insani unsurlar hesaba katılarak projelendiriliyor. Dünyamız gittikçe kötüye giderken ve insanların birbirine daha çok kenetlenmesi gerekirken, bu sınırları koyarak bireyselliğe yönelinmesini siz nasıl yorumluyorsunuz? Bu şartlarda insanları gelecekte nasıl bir sosyal yaşam bekliyor olabilir?
Boran EKİNCİ:
Aslında bu çok önemli bir konu, mimarlık buna bir şekilde gönderme yapıyor. Bunu belki belirli bir parça, bir yerlere de çekiyor olabilir ama aslında mimarların rolü burada; toplumun tepkisi veya duruma ayak uydurmasının bir aracı olarak, çevrenin insan yaşantısını etkilediğini de göz önünde bulundurarak, yapılan bu şeyin yani şehirlerin, insanların yaptığı en büyük ürünler olduğunu bilerek, bu ürünlerde etkin rollere sahip oldukları için bunda majör bir etkileri var.

Şöyle devam edelim, bir kere insanların, bahçeye, açık havaya veya toprağa olan yatkınlığı yadsınamaz. Yani zengin biri kolay kolay apartman dairesinde yaşamaz ama çok zengin olsa dahi, hiç bir şeye vakti yoktur, bahçeyle ilgilenemeyecektir, çarşafları ütülenecektir vs. o kişi gider fabrika konutlarında yaşayabilir. Onun yaşantısındaki majorite yaşadığı ortam değildir, hızlı hareket etmektir, emniyettir veya pratikliktir. Yani matematiksel sorunları vardır, bu sorunlarına en pratik çözümleri bulur ve robot gibi hareket eder. O robot gibi hareket eden adam, fabrikada bir çark olmayı göze almıştır, zaten işi odur, dolayısıyla bu hizmeti sunarsınız ve o, bu hizmeti satın alır çünkü ihtiyacı odur o an için. Bunun dışında bir lükslük emaresinden bahsettiniz. Aslında bu lükslük ifadesi yerine göre değişir. Mesela; Almanya’da sanayi devriminden, dünya savaşlarından sonra anormal bir şekilde toplu konut üretimi başladı. Ülke zenginleşti, nüfus artışı azaldı, genç nesil azaldı ve toplu konutlar yıkılmaya başlandı. Zamanında çok büyük geçerliliği olan o toplu konutlar, sonradan hiç bir geçerliliği kalmadığı için yok oldu yani hemen hemen yok olma sınırına geldi. O zamana göre düşündüğünüzde; şehrin büyük bir kısmı harabe olmuş, alt yapısı çökmüş ve oraların ıslahı çok zor. Hemen bu insanlara belirli standartlarda konut üretmek gerekiyor. Kapısı, penceresi olan, nemi olmayan, hayatı kolaylaştıracak bir şey yapılmalı. O anda hayatı kolaylaştıracak şey toplu konuttu ve o gün için lükstü. Çünkü alternatifi gidip mezbelelikte yaşamaktı. Tabii ki parası olanlar yine gidip villalarda yaşadılar ama bir zamanlar o da lükstü. Bu yüzden şu anki şeye göre lüks demek çok doğru olmuyor. O anda ihtiyaca cevap veren ürünler demek daha mantıklı. Şu anda Türkiye’de de böyle bir durum var, bilhassa İstanbul’da çok belirgin olarak var. İstanbul’da konut stoğuna baktığınızda, nüfusu incelediğinizde veya hava fotoğraflarına baktığınızda anormal bozuk bir çevre olduğunu görürsünüz. Bunu bir çok sebep bu hale getirmiştir ve genel olarak baktığınızda neredeyse yüzde 70’i bu şekildedir. Ümraniye, ikitelli, yenibosna, Gaziosmanpaşa, Avcılar, vs. bir bakıyorsunuz şehre, insanın yaşayacağı yerler bayağı bozuk yerler. Bunu dışında şehir merkezi olan Kasımpaşa, Bomonti gibi yerler de bozuk. Yurtdışından turist gelse şu görüntüyü görse, ne kadar utanç verici diyorsunuz. Tabii ki mimarlığı bu yapılarda sorgulayan dahi yok, hatta orada mimarlık dahi yok ama çok gerçek bir yapı üretimi söz konusu. Kaçak yapı veya belirli standartların altında bir yapılaşma, çevre bozukluğu mevcut, yani berbat bir durum var ortada. Konut stoğuna göre yüzde 70’ine böyle bir durum hakimken, elektiriği, suyu olan, güvenliği olan bir şey yaptığınız zaman evet bu lüks gibi görünür. Aslında bu zavallı bir durumdur, ideal bir durum değildir. Fakat iyi eğitim almış, belirli bir maddi imkana sahip, eskiden orta sınıf olan belki şimdi daha üst sınıf gibi gözüken ama profesyonel normal çalışan insanlar -çok paralı olmaları filan da gerekmiyor- belirli bir düzgünlük istiyor yaşantısında, emniyetli olmasını istiyor veya çocuğu sokağa çıktığında ezilmesin istiyor. İnsan ilişkileri kısmına bakıldığında ise; evet kent yaşantısı ve sınırlar insan ilişkilerine zarar veriyor. Kale benzeri yapılarda yaşamak ise bir lükslük veya modernlik değil bir ihtiyaç. Tabii ki eskisi gibi komşuluk ilişkileri yok ama eski tarihlerden bu tarafa bakıldığında, modern yaşama sahip, sanayi toplumları bunu görmüşler, yaşamışlar ve önlemini alarak ona göre düzenleme yapmışlar. Böylece bir çok açıdan iyiye doğru yönlenmişler. Çünkü hep o bilinçte olmuşlar, o imkanda olmuşlar. Bizdeki durumu incelediğimizde gelişmiş bir endüstriyel toplumun yapılaşma kültürüne sahip değilmişiz zaten. Bir anda bunlar hızlı hızlı olunca bir dolu çöküntüleri de beraberinde getiriyor ama iyiye doğru gideceğini düşünüyorum.

Onur AKIN:
Teknolojinin, insan hayatını kolaylaştırmak adına hemen her alanda etkin bir şekilde kullanıldığını görüyoruz. Mimari alanda “RESIDENCE” olgusuyla birlikte ortaya çıkan “AKILLI EV” kavramı; inovasyon, teknoloji ve hayal gücünün birleşimiyle, alışık olduğumuz-bildiğimiz yapıların formlarında ve işlevlerinde gözle görülür bir değişikliği de beraberinde getirdi.
Özellikle son dönemlerde adını sıkça duyduğumuz nano teknoloji, yapay zeka, temiz enerji ve bilgisayar teknolojileri gibi kavramların yapı sektörüne uyarlanması farklı metaryallerin kullanımını da artırıyor. Bugün Yerküre’de 7 milyara yakın insan yaşıyor ve dünya artan bir ivmeyle hızla değişiyor. Gittikçe daha da karmaşık bir hal alan teknolojik gelişmelerin de etkisiyle, doğal kaynaklarımızı hızla tüketiyoruz. Yapı sekörünün, bu doğal kaynak tüketiminin yüzde 50’sinden sorumlu olduğu da bilinen gerçekler arasında. Bu oran incelendiğinde, sürdürülebilirlik düzeyinin üzerinde bir tüketim olduğu görülüyor. Sonuç itibarı ile, yeşil mimari, enerji etkin mimari, ekolojik mimari, çevresel tasarım, teknolojik mimari, çevreye duyarlı mimari, akıllı mimari gibi birbiriyle çelişen bir çok kavrama sahip olan sürdürülebilir mimarlığın; doğal çevre ile insanların oluşturdukları çevre arasındaki geçişi en yumuşak, en uyumlu ve en az zararla en çok fayda sağlayacak biçimde tasarlamak ve uygulamak olduğunu biliyoruz. Yapılmak istenilenle yaşanan bu anlam karmaşası karşısında, sürdürülebilirliği Boran Ekinci nasıl tanımlar?
Boran EKİNCİ:
Biz bu gezegende yaşıyorsak ve yaşamayı arzu ediyorsak tabii ki gezegenimize sahip çıkmalıyız. Sahip çıkmak için de zarar vermemiz lazım. Teknolojik gelişimlerin bu duruma çok fazla zarar verdiğini düşünmüyorum. Yani şöyle ki, teknoloji bu duruma zarar vermeyecek güce de sahip olabilir çünkü, nüfusun çok fazla olduğu, milyarlarca insan olduğu ortada. Bu sayı artabilir de. Yerküre’de 10 milyar insan yaşadığını farz edelim ve bu insanların çevreye zarar vermeden yaşadıklarını düşünelim. Bunu sağlayabilir miyiz? Evet bence sağlayabiliriz. Uyumlu, barışık olduktan sonra bu imkansız bir durum değil bence ama tabii ki belirli bir ölçüdedir bu. Zaten on milyar insan demek, doğal yaşam sirkülasyonunda bir çok şeyin neslinin tükenmesi, bir çok şeyin kaybolması, yok olması demek. Şu anda bir çok şey zaten kaybolmuş ve durduramayacağız da kaybolmalarını ama gün gelir durduğu bir nokta da olabilir. Bunu nasıl sağlayabiliriz derseniz de, işte o noktada teknoloji giriyor işin içine. Teknolojiden vazgeçemeyeceğimize göre onu doğru kullanmamız gerekiyor. Teknoloji dışında ikinci bir yol daha var, o da her birimizin eline kılıçlarını alıp birbirini öldürmesi. Bu tabii ki kötü bir ütopya. Doğru değil, gerçek de değil, yani majör bir felaket yaşanmadıkça olacak olan bu da değil. Her toplumun gittiği nokta, yaşayış ve eğilimleri bellidir. İnsan birey olarak rahat etmek ister, karnı doysun, üşümesin, eğlensin, çocuğu olsun ister. Bunları herkes istiyor çünkü bu basit bir şey. Kalabalığız ve bunun önüne geçemeyiz. Nüfus planlaması vs tabii ki iyi olur ama bunu barışık bir şekilde yapmak gerekir. Bunu yine teknolojiyi iyi kullanarak yapabiliriz. Bunun için de belli bir düzen olması gerekiyor. Düzen olmazsa hiç bir şeyi yönetemezsiniz. Teknolojiyi ve düzeni benzer bir mantığa koymalıyız ki akılcı bir çözüme ulaşabilelim, doğru ve faydalı olanı yapabilelim. Hedefler koyalım ona doğru gidelim, ulaşmaya çalışalım. Sonuçta kontrol edemediğiniz, kendi kendine gelişen bir düzen, bir çok sürprizi veya yıkımı da beraberinde getirecektir. Yani iyi şeyler olacağı gibi kötü şeyler de olabilir. Düzeni de gelişmişlikle sağlarsınız. Bir şeyin sürdürülebilir olması gelişmiş olmasıyla orantılıdır. Bu anlamda çevreye duyarlılık, sürdürülebilirlik, teknoloji aynı anda hareket etmelidir. Bunun aksini düşünen varsa da gaflet içerisindedir.

Onur AKIN:
Bilindiği üzere küresel ısınma gibi gerçek ve ciddi bir durum söz konusu. Her yeni mimari uygulama, toprakla gökyüzü arasına bir perde daha çekiyor. Yurtdışında uygulamaya geçirilmiş veya araştırması devam eden çevre dostu sayısız proje var. Bir çok tasarımcı ve mimar da bu yönde ciddi anlamda çalışmalar yapıyor ve hatta bunu yaşam tarzı olarak benimsemiş olanlar bile var. Bunun yanında, rant sağlamak ve reklam aracı olarak kullanmak için, moda ve trend olarak görenlerin sayısı da azımsanmayacak ölçüde fazla. Çevre dostu projeler de üreten dünyaca tanınan bir mimar olarak, gündemi bu denli meşgul eden bu konunun, sektörü getirdiği nokta ve genel gidişat hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Boran EKİNCİ:
Açıkça söylemek gerekirse bu durum Türkiye için şu anda bir hikayeden ibaret. Sürdürülebilirlik açısından bakıldığında da, dünya üzerinde çevrenin korunarak aynı zamanda insan yaşamına olanak sağlaması ise bir ideal. Tabii ki bu yapılması gereken bir şey fakat bunu yapabilmek için yapabilecek kişinin en başta yaşıyor olması lazım. Şimdi siz gidip de hayatını zar zor yaşayan birine pandaların neslinin yok olmaması için korunması gerekiyor, bu yüzden şunları bunları yapmalısınız derseniz o kişi gider, korumak bir yana dursun, kaba tabirle o pandayı keser ve bir güzel de yer. Buna bir şey de yapamazsınız, çünkü o kişinin kendi yaşantısını sürdürebilmesiyle alakalı bir konu, bir gerçek bir majöritedir bu. Çocuğunun, kendinin sağlığını koruyacak, sağlıklı bir şekilde yaşayacak, en başta bunun olması gerekiyor. İşin gerçeği bu ve biz Türkiye’de daha bu noktadayız yani insanın sağlıklı bir şekilde yaşayabilmesi noktasındayız. Şehirlerde her gün günde 2-3 saat işe gidip gelmeyle geçiyor, bir çok insan çaresizlikten suça yöneliyor, hırsızlık yapmak zorunda kalıyor…böyle gerçeklerimiz var. Bu gerçekler şu anda bizim ana problemlerimiz. Bu problemler yaşanırken yeşil projelermiş, çevre dostu çalışmalarmış vs kimseyi ilgilendirecek durumda değil.

Bunlar yaşanırken tabii ki şöyle bir şey de var; bir takım ip uçları olabilir, mimari alanda öncü çalışmalar yapılabilir ve yapılacaktır da fakat buna yine gerçekçi olarak matematiksel açıdan bakıldığında, yapılan üç beş şey ile hala zavallı bir durumdadır…ama bu zavallı şeyler onları kıymetsiz bulmamız anlamına gelmez. Bu zavallı şeyler çok kıymetli de olabilirler. Aslında insanlık tarihine baktığımız zaman bu kıymetli şeylerin zamanında bir dolu zavallılıktan ortaya çıktığı da bir gerçektir. Yani birisi bir konuda bir şey önermiştir, belki o an için yapılacak çok bir şey yoktur ama bu, bir çok kişiye ufuk açar veya bir süre sonra insanları peşinden sürüklemeye başlar…

Dünya geneline bakacak olursak da; son 10-15 yıldır yüzlerce-binlerce insanın, akdemisyenin küresel ısınma ve sürdürülebilirlik konusuna enerjilerini harcadıklarını görüyoruz. Hatta çökmekte olan bir düzen içinde deyim yerindeyse bas bas bağırarak bir dolu ciddi çözümler üretiyorlar. Öyle ki, bu çözüm üreticilerinden bazıları devleşmiş ve gerçekten hizmet verebilir durumdalar. Yapılan bunca şey işin önemini gösteriyor zaten. Bunlara karşın biz toplum olarak henüz bu bilgiyi, birikimleri, tecrübeleri biriktiriyoruz. Gelişmiş ülkelerde bu daha da çok yaşanıyor, çünkü bunları yapabilmek, örnekleyebilmek, öncü olabilmek için daha çok imkanları var. Tabii ki Türkiye’de de bu konunun belirli temelleri atılıyor ve eminim ki bir süre sonra öncü, örnek ve önemli çalışmalar yapılacak, bu konu daha çok önem kazanacaktır.

Biraz önce de bahsettiğim şeyi burada yine vurgulamak isterim. Bir çok insan ciddi anlamda yaşam mücadelesi veriyor…Doktora gidecek ama sigortası yok, çocuğu eğitim alacak, iyi beslenecek, kışın üşüyüp hasta olmayacak…bunlar küresel ısınma yanında çok daha majör şeyler ve bu insanlar bunu düşünecek durumda değiller. Bu durum nasıl düzelir bilemiyorum, dolayısıyla öncelikle siyasal iktidarlar, düzenler, sermaye gücü olanlar, toplum yaşantısına daha büyük etkisi olanlar, kısaca gücü olanlar bunu bir tarafa çekmeye çalışmalıdır. Mesela Albert Arnold Gore Amerika’da bu konuyla ilgili çok çabaladı. Sesisini herkese duyurmayı başardı. Dünyada kaç devlet adamı varsa hepsi bunu gördü. Bu devlet adamlarından bir kaçı bile ondan etkilenip, onun gibi düşünmeye başlasa çok farklı şeyler olabilir. Bu en büyük örnek ve buna benzer örnekler olmalı ki bir şeyler değişsin. Biz de sektörün içinde yer alan ve toplum yaşantısına etkisi olan mimarlar olarak belirli bir etkiye sahibiz ama genel olarak daha da bilinçli olmak gerekiyor ve gördüğüm kadarıyla da sektörde bu bilinçlenme çok az da olsa giderek yayılıyor. Buna karşın zaman azalıyor ve doğrusunu söylemek gerekirse o zamanı yakalabilecek miyiz veya zararın neresinden dönebileceğiz, onu tam olarak kestiremiyorum. Sonuçta çok global bir konu, bu sebeple net bir öngörüde bulunamıyorum.

Onur AKIN:
Biraz da eğitimdeki yeniliklerden bahsedelim. Üniversitelerde sizin zamanınızda verilen eğitimle, şimdiki zamanda verilen eğitim arasında teknolojik açıdan çok büyük farklar olduğu bir gerçek. Konuyu en dış çerçevede yüzeysel olarak ele alırsak; geleneksel çizim tekniklerine ek olarak, kullanılan bilgisayar destekli çizim-tasarım programlarının varlığı, internet ve görsel-basılı medya üzerinden sağlanan paylaşımlar sayesinde ortaya çıkarılan eserlere bakarak, eskiyle yeni arasındaki bu farkı net bir şekilde görmek mümkün. Tabii ki bütün her şeyde olduğu gibi mimaride de geleneksel yaklaşımlar yerini çok hızlı bir şekilde modernizmin de ötesinde futuristik bir yaklaşıma bırakıyor. Bu açıdan düşünüldüğünde, sektörel deneyimlerinize rağmen –hala elinize kalem alıp harikalar yarattığınızı biliyoruz- tasarımsal açıdan zorlandığınız zamanlar oluyor mu? Eski sisteme ve teknolojiyle gelen yeni sisteme göre geleceğin mimarlarını neler bekliyor olabilir, onlara tavsiyeleriniz nelerdir?
Boran EKİNCİ:
Bilgisayar teknolojisinin mimarlığa araç olarak girmesi evet bize bir pratiklik ve sürat kazandırdı. Bu sayede araştırmalarımızı daha hızlı yapabiliyoruz. Tabii ki bunun yanında bugün için daha gelişmiş ya da farklı yapılar yapmamızı sağlayan onlarca başka şey de var. Bunlar bize hız, verimlilik ya da yaptığımız işin tekniğinde bir güç sağlıyor. Aslında tasarım mantığı yüz yıl önce de aynıydı, eğitimi de aynıydı…her şey aynı ve çok benzer…Yani sonuçta tasarım, hayal kurup bunu hayata geçirmekdir. Ben eskiden ilk olarak cetvelle çizerdim, teknik çizim yapardım ayrıca ilk bilgisayar kullananlardanım. Şimdi ise ne cetvel kullanıyorum, ne teknik çizim kullanıyorum ne de bilgisayar kullanıyorum. Benim artık onlarla bir işim yok, bir tane gazlı kalemim var ve tek aracım o, hatta bir çok zaman bunu da kullanmıyorum, ağzımdan çıkan sözlerle bir şeyler anlatmak da yetebiliyor. Tabii ki mimar olarak çizimler yapıyoruz fakat, benim için kalemden daha hızlı başka bir şey olamaz. Haydi bakalım yapacağım işi, bilgisayar benden hızlı yapsın, imkansız! Ben çok daha hızlıyım, benim için, kendi şahsım için bu böyle ama büro olarak düşünürsek durum farklı tabii ki…Düşünsenize bir proje çiziyorsunuz, değişiklik yapıyorsunuz tekrar çiziyorsunuz, başka bir şey ekliyorsunuz tekrar çiziyorsunuz, dönüştürüyorsunuz tekrar çiziyorsunuz…bu çok uzun ve zahmetli bir süreç. Ekip de çok önemli bir etken, ekibinizde her konuya bir kişi hakimken eski sistemde bu kişinin yerinde belki üç kişi olacaktı, o üç kişinin altında da belki yirmi teknik ressam olacaktı. Şu anda eski sistemle iş yapmaya çalışan bir büro, direk ve direk olarak iflas eder, bir proje bile çizemez. Yani bilgisayar teknolojisi mimari anlamda, organizasyonel açıdan olduğu kadar finansal açıdan da büyük kolaylık sağladı, verimlilik de buna bağlı olarak arttı. Hızlı yaşantı, modern yaşantı herkesin kapasitesini artırmış durumda. Bu benim için de geçerli, hızlandıkça hızlanıyorum, hızlandıkça hızlanıyorum, yani deyim yerindeyse daha acayip çok şey üretebilirim, o potansiyel hala var bende ve kullanmıyor bile olabilirim…Konuşurken konu konuyu açıyor ve daha söylenecek çok şey var …

Gelelim gençlere…
Gençlere en önemli tavsiyem şu olacak ama tüm gençlere, sadece mimarlara değil, mimarlar için de ayrıca bir şeyler söyleyeceğim…Bir kere her şeyin başı umuttur. Umut çok majör bir şeydir ve geleceği karanlık gören bir insanın bir şeyler üretmesi çok zordur. En başta gençlerin bunu çok iyi sorgulaması gerekiyor. Yani her anlamda ve alanda umut anahtardır. Umutsuz biri umursamaz olur, üretken biri olamaz hatta suçlu bile olabilir, genel olarak kayıptır. Bu, umutsuz birine gidip de umutlu ol demek değildir. Şöyle ki; toplumlarda hep toplumu ileri taşıyan, katkısı olan insanlar vardır, bir de topluma zararı olan insanlar ve yaptıkları işler vardır. Genelde baktığımız zaman aslında toplumsal yaşantı globalde geriye gitmez, yine gençlerin bunu çok iyi algılaması gerekiyor. Yani hiç bir şekilde geçmiş çağlarda yaşamayı insan tercih etmez. Dolayısıyla bunun farkında olsunlar. Her zaman ileriye gitmek gibi bir durum var ama bu durumda çok acılar yaşayabilirler. Fakat bunun iyiye taşınmasında, ben iyi taraftayım diyerek pozisyonlarını korumaları çok önemli ve insanlık için iyi şeyler yapma eğilimlerini korumaları ve bundan vazgeçmemeleri çok önemli. Mesela belki şartlar çok daha zordur, çocuğun açtır ekmek çalarsın yani kötü bir şey yaparsın ama bunu demiyorum, çalmanın karşısında olmak önemli bir şeydir. Dolayısıyla yapacakları her işte, attıkları her adımda bu tür tutumlar ve davranışlar olursa belirli bir idealistlikte olacaklardır. Toplumun bir parçası olmak ve insanları iyi şeylere taşımak için niyet, hissiyat ve hayatta çizdikleri çizgi bu açıdan çok önemlidir. Onun haricinde bu durum mimarlar için de şuna ipucu veriyor; mesela -farklı bir örnek ama- bir aşçı için aynı şeyi demem, yani aşçı iyi yemek yapmayı biliyorsa, iyi yemek yapsın derim. Mimarlar için ise hayallerinin peşinde koşsunlar derim. Deney yapmaları, araştırma yapmaları ve ruhlarının peşinde koşmaları gerekiyor, zaten o zaman verimli olabilirler, yoksa çok verimli olamazlar. Para kazanma peşinde koşan bir mimarın mimar olarak istikbalı iyi olabilir, çok para kazanan bir mimar olabilir ama iyi bir mimar olması çok zordur. İyi tüccar olur ama iyi mimar ayrı bir durum. İyi mimar kalbinin sesini dinleyip onun peşinde koşmalıdır.
Araştırmalıdır.
Mücadele etmelidir.
İdealist olmalıdır.
Hayallerinin peşinde koşmalıdır.



Onur AKIN:
Uluslararası platformda Türk mimarların, mühendislerin, firmaların isimlerini son zamanlarda çok sık duyar olduk. Özellikle tüm dünyanın gözünün üzerinde olduğu Dubai’de. Dubai ciddi anlamda bir değişim ve yenilenme süreci içerisinde bulunuyor. Las Vegas örneğinde olduğu gibi çölde harikalar yaratılmak istenilen dünyadaki ikinci en büyük örnek ve birinci sırada yer alma yolunda hızla ilerliyor. Bu anlamda düşünüldüğünde yapılan her şeyin eşsiz ve kusursuz olması adına milyarlarca dolar harcanıyor ve bunun karşılığı da isteniyor. Dubai’de yapılanların çoğu, dünya üzerinde daha önce uygulanmamış özellikteki yüksek irtifalı yapılardan oluşuyor. Türkiye’de uygulanmış veya referans teşkil edebilecek bir yapı örneği olmadığı halde, bir çok projede Türk firmaların yer aldığını görüyoruz. Tabii ki bu takdir edilmeye değer çok büyük bir başarı. Sizce bu durum, Türk mimarlığına ve mühendislerine duyulan güvenden mi yoksa dini açılardan birbirine yakın olmaktan mı kaynaklanıyor olabilir veya başka nedenleri var mıdır?
Boran EKİNCİ:
Aslında bu konuyu daha çok Türk inşaat firmalarına ve Türk ticari hayatına çekmek lazım. Şöyle düşünelim; kimi ülkeler otomotiv sanayiinde gelişiyor kimileri bilgisayar sektöründe, kimileri ise başka başka şeylerde…Bu durumda Türkiye ne yapıyor, Türkiye’nin gücü nedir, dünya ticaretinde aldığı pozisyon nedir diye bakmak lazım. Bir zamanlar tekstil revaştaydı, zaten az gelişmiş toplumlarda genellikle tekstil ve inşaat sektörü ön plana çıkar. Yani öğrenmesi çok zor olmayan, hızlı yapılabilen, büyük knowhowlar gerektirmeyen, güçle, akılla bir anda işin içine hızla girilebilen -ki bir anda kasaplar bile müteahhit oldular biliyorsunuz- işlerdir bunlar…İyi veya kötü, girebiliyorlar ve bir şeyler yapabiliyorlar. Bu sebeple inşaat sektöründe dünya üzerinde çok bilinir hale geldik. İnşaat sektörü, iş gücü ve enerji gibi fedekarlık isteyen bir sektörtür ve bunun yanında mimar, mühendis gibi uzmanlaşmış kişilerin de ucuza mal olması gerekiyor. Mesela aynı nitelikte olan Avrupa’lı bir mimar, Türk mimardan 10 misli fazla para alıyor…

Türkiye’de çok dinamik bir toplum var, genç nüfus çok fazla, atıl bir yapımız ise hiç yok. İş geliştirmek, iş yapmak peşinde koşan heyecanlı ve deyim yerindeyse tonla insan var. Bunların çoğu cesur ve atılımcı insanlardan oluşuyor. Dolayısıyla etrafa saldıran bir insan güruhumuz var. Sonuç olarak bir çok insan da Dubai’ye gidip bir şeylere saldırdı. Zaten saldırdığında da mutlaka bir şeyler kaparsın. Durum bu şekilde, başka bir açıklaması yok.

Onur AKIN:
Dubai hakkında ne düşünüyorsunuz peki?
Boran EKİNCİ:
Bizim işimiz proje çizmek, bina yapmak, yani genel olarak bir hizmetten ibarettir. Bence dünya üzerinde yatırım yapılacak yerleri keşfetmek üzerine çalışan insanlar var ve bir şekilde neyin nereye yönlendirileceğine dair ciddi anlamda çalışıyorlar. Bu anlamda Dubai İngiliz işi, tabii ki bence, yani bu bir fikir…Elimizde ciddi bir örnek var, şöyle ki; Hongkong dünya üzerindeki sayılı ticaret merkezlerinden biri ve 5 yıl sonra ellerinden gidiyor, ne yapacaklar? İkinci alternatif model ise; yıllardır Hongkong ticareti üzerinden para kazanan bir çok firma var ve bunlar ciddi anlamda devleşmiş durumdalar. Hali hazırda buradan para kazanırken, daha fazla yatırımla daha da büyümek istemezler mi sizce? Diyelim 2000 şirket var, bu şirketler daha da büyümek için ne yapacaklar? Dubai’yi yapacaklar, Umman’ı yapacaklar, Abu Dhabi’yi yapacaklar, Peru’da başka bir yerleri yapacaklar vs…Yani yapacaklardır, durduramazsınız. Sonuç olarak insanların nabzını yokluyorlar ve ona göre yön veriyorlar. Demek ki insanların da buna eğilimleri var. Dubai’ye bakıyorsunuz, gerçekten süper başarılı bir şekilde ilerliyor -şimdi çöktü gerçi ama yapılan o kadar şey çöpe atılmaz bir şekilde toparlayacaktır- yeni biz düzen kuruluyor, insanlara yeni bir ufuk açıyor. Yani Amerika’nın kuruluşuna baktığınız zaman; nasıldı? Her yer ormanlarla kaplı, dağ, tepe, çayırlar…ne oldu? Herkes gemilerle oraya gitti. İngiliz işi dediğim şey bu işte…Orada yeni bir düzen kuruyorlar, yeni şeyler yapıyorlar, yani bir dinamiklik sağlıyorlar ve bunda insanların bir gücü var, bunu biliyorlar. Yani toplumsal, organizasyonel, üretimsel bir güç bu. Hiç olmayan bir yerde dünyanın en büyük ekonomisini kuruyorlar. Dubai’de ana konsept gayrimenkul üzerine kuruludur. Peki alan kimdir? Şöyle örnek vereyim; diyelim ki Amerika’da 10 bin, İngiltere’de 4 bin, Antalya’da 14 golf sahası var. Dubai’de de mesela bir anda 5 tane saha yapıyorlar, sahaların her birini ünlü bir tasarımcıya yaptırıp bunların açılışlarını dünyanın en ünlü golfcülerine 1’er milyon dolar vererek yaptırıyorlar ve televizyonlarda da –atıyorum- Dubai Golf Turnuvası isminde reklam yapıyorlar. Ne oluyor, bir anda 100 milyon kişi bunu izliyor. Golf oynayanlar da diyorlar ki; Dubai’de golf sahası var, haydi oraya gidelim, madem oynamaya geliyoruz bir tane de ev alalım…veya yeni bir yer olması durumu iş yapmayı da kolaylaştırıyor, madem iş yapıyoruz bir tane de evimiz olsun diyorlar. Zaten çok fazla paraları var, yeni bir yer, temiz bir yer, hava sıcak…yani pazarlamasını iyi yaparak gerekli insanları buraya çekebiliyorlar. Dubai modern ve ilgi çekici gibi görünse de kalitesi düşük, gereksiz ve saçma yapılardan oluşuyor. Tabii ki bu sağlam değil, kötü anlamında değil çok iyi yapılar da var ama bu anlamda uluslararası entellektüel platformda yer bulamazlar. Bu saydıklarımın dışında genel gidişat son zamanlarda biraz daha iyileşmeye başladı.

Şu ana kadar olan dönem tam bir Amerikan işi…Türkler de yatkındır, Japonlar da bu duruma. Özellikle Amerikalılarda bu gereksiz işler inanılmaz fazladır. Sattım evi, aldım parayı olayına bakarlar. Gerisi çok da önemli değildir. Alan memnundur satan memnundur. Sattıktan sonra bir daha ilgilenmez, biraz gazlar biraz da fazla para alır ve gider. Dubai’de de aynen böyle bir durum söz konusu, bir sürü aşırı gereksiz ve pahalı yapı yapılmış. Kaba tabirle çaylak uyutmaca, bu işin ustası olmayanları kandırmacadan başka bir şey yok. Yani yapılan bir çok şey için entellektüel bir durum yok orada. Yeni yeni düzeliyor, yoluna giriyor şimdi.

Onur AKIN:
Eskiden, ev kiralamak veya satın almak için mahalle mahalle gezilirmiş ve en fazla gazete ilanlarına bakılarak fikir sahibi olunurmuş…Tabii ki zamanla sektör farklı bir yön kazandı…Şimdi ise neredeyse eve bakmaya bile gitmeden televizyondan, internetten, dergilerden ve kataloglardan seçerek gözü kapalı tabirle ev satın alınabilecek durumlar yaşanıyor. Sektörün artan bir ivmeyle ilerlemesini ve insanların yapı sektörüne karşı bu denli güvenmesini sağlayan faktörler nedir sizce?
Boran EKİNCİ:
Bir kere deprem uzmanı olsan bile depremden kaçma şansın yok onu öncelikle belirteyim. Kullanılan malzemeler artık belli. 1970’li yıllarda kumdan, çimentodan, demirden çalma gibi bir tabir varmış. Kaldı ki demirinden çalsan ne kadar düşüreceksin maliyeti. Çok saçma. Tabii ki bunu herkes yapmaz, birileri yapmış. Şimdi böyle bir şey yok, malzemeler belli bir standartta ve hazır olarak geliyor. Ayrıca bu amlamda düzenlenmiş yönetmelikler de çok etkili. 1999 Marmara depreminden sonra yapılan yapılarda deprem yönetmelikleri ciddi anlamda uygulanıyor. Ayrıca büyük firmalar zaten böyle bir riske girmezler, böyle bir şey yapmazlar. Güven konusunda büyük firmalar etkendir.

Onur AKIN:
Türkiye dünyadaki en eski ve aktif deprem kuşakları üzerinde bulunuyor. Resmi istatistiklere göre Türkiye topraklarının yüzde 66’sı, nüfusun ise yüzde 71’i 1. ve 2. derece deprem bölgeleri içinde yer alıyor. Buna 3. ve 4. derece deprem bölgeleri de eklendiğinde Türkiye topraklarının yüzde 92’si deprem tehditi altında bulunuyor. Özellikle marmara depreminin ardından -sizin de belirttiğiniz gibi- bu konularda oluşturulmuş ciddi yönetmelikler, yasalar ve yenilikler olduğunu biliyoruz. Tabii ki deprem konusunda uzman değilsiniz ama bir mimar olarak projelerinizi hayata geçirme aşamasında bu yönetmeliklere ve yeniliklere bağlı olarak dolaylı yollardan da olsa işin içinde yer alıyorsunuz. Edinimlerinize ve tahminlerinize göre, Türkiye’deki deprem gerçeği ile ilgili özellikle İstanbul’da yaşayanlar, ev almayı düşünenler ve son 10 yılda yapılan konut projelerinde bu konuda uygulanan çalışmalar, yenilikler için neler söyleyebilirsiniz?
Boran EKİNCİ:
Toplu konut üreten toki vb. firmaların bir çoğundan gönül rahatlığı ile ev alabilirler. Sonuç olarak projesi, hesapları vs yapılmış, çizilmiş, belirli uzmanların çalıştığı, ürettiği bir iştir ve güvenilirliği yüksektir. Kaba tabirle ne idüğü belirsiz bir şey değildir. Bunun dışında kaçak yapı bölgelerinden ev almasınlar. Buralar nerelerdir diye soracaksınız, her yerdir! Yani büyük çoğunluğudur. Bu yerlerin yıkılarak dönüştürülmesi gerekiyor çünkü, çok büyük acılara gebedir bu bölgeler deprem anında, çok büyük. Tabii ki bu bölgelerde, yani her yerde, yeni yapılmış binalardan ev almaya korkmasınlar. Bu evler de zarar görebilir deprem anında ama diğerleri gibi olmaz emin olsunlar. Kaçak yapı bölgelerinde diğer konutlardan uzak durmakta fayda var çünkü bir felaket olabilir demiyorum, mutlaka ama mutlaka felaket kaçınılmazdır. Dönüştürülmesi şarttır! Güvenilir semtler neresidir şeklinde bir şeyler söyleyemiyorum. Sonuç olarak depremden sonra bir çok harita çıktı, neresi kayalık, neresi bataklık, neresi kaygan zemin diye. Genel olarak herhangi bir zeminde düzgün bir yapı yapıldıysa çok problem yoktur. Örnek olarak Japonya’da bir sürü deprem oluyor, üstelik şiddetli depremler. Bir iki kişinin kafasına çerçeve düşüyor sadece, ölen ya da yaralalan bile olmuyor. Sonuçta yapı düzgün yapılmışsa, uygun çözümler üretilmişse çok korkulacak bir durum yoktur. Ne olduğu belirsiz eski yapılarda yaşamak her zaman risktir. Bu yapılar iyi bölgelerde olsalar bile. Bu tip evlerde yaşanılıyorsa alçak olanları tercih etsinler. Alçak olan şey yüksek olana göre daha zor yıkılır.

Onur AKIN:
Bir otomobil satın alırken abs, asr, airbag gibi teknik özellikler genellikle aracın bir kaç yerinde yazı ile belirtilir. Bazı durumlarda ise bu unsurlar markayla özdeşleşmiştir ve herhangi bir işaret olmamasına karşın bilinir ve güven teşkil ettiği için aracın doğrudan satın alınmasını sağlar. Peki normal bir vatandaş ev satın alırken yapının depreme dayanıklı olup olmadığını, kullanılan yeni tekniklerin neler olduğunu, güvenli midir değil midir, vs. nasıl anlayabilir? Belirleyici veya ayırt edici görsel bir özellik var mıdır, yoksa marka örneğinde olduğu gibi inşaat firmasının ismine mi güvenmelidir?
Boran EKİNCİ:
Şöyle söyleyim, yüz mimara yüz ev çizdirin farklı yüz tane ev olacaktır. Bu demek oluyor ki her birinin ayrı ayırt edici özelliği vardır. Yani genel olarak ayırt edici bir özellik yoktur. Bunu deprem olarak da değerlendirmemek lazım çünkü, deprem bir mühendislik konusudur ve tüm yapılar depreme uygun olmalıdır. Bunu uzman olmayan birileri değerlendiremez, yapı seçerken buna bakamazsınız, iyi bir firma yapıyorsa sorun yok demektir. Yani marka örneğinde olduğu gibi inşaat firmasına güvenmek gerekiyor. Zaten firma sürekli inşaat yapan bir firmaysa güven teşkil eder. Bunun dışında ayırt edici özellik olarak depreme dayanıklılığı değil, mimari özellikleri ve kullanılan teknolojidir. Yani daha çok mimari kısımdır. Bunlara bakmak gerekir. Bence mimariden önce de bakılacak bir şey var, o da inşaat kalitesi. Mesela eviniz su almayacak, teknolojisi iyi olacak. Örnek olarak bir moda tasarımcısı bir palto tasarlamış ama dikimi çok kötü olmuş, bunu almayacaksın, iyi dikilmiş olacak. Ben çok şık bir palto alıyorum ama iki gün sonra kolu kopuyor ve giyemiyorum. Ne yapayım ben böyle paltoyu, giderim iyi dikilmiş ama kolu kopmayan çirkin bir palto alırım öncelikle. Nefret ederek giyerim, çirkin olduğunu bilerek giyerim belki ama o palto beni korur, görevini yerine getirir. Önce görevini yerine getirsin, ekstralar sonra da olur.

Onur AKIN:
Peki, deprem konusunda saydıklarınız, maddi imkanlar ve ihtiyaçlar dışında; insanlar uzun yıllar boyunca yaşamak istedikleri evleri seçerken en çok nelere dikkat etmelidirler ya da neleri göz önünde bulundurmalıdırlar? Siz tasarladığınız yapılarda en çok nelere dikkat edersiniz ya da ayrıcalık tanırsınız, ev alacak olanlara mimari bir gözden biraz tüyo verebilir misiniz?
Boran EKİNCİ:
Biz tasarlarken, projelerde yapabileceğimiz bir iyileştirmeyi katmaya çalışıyoruz. Bir yerden kısarak diye bir şey olmuyor. Bazen çok sürpriz şeyler çıkabiliyor ortaya ve onlar da zaten eser olarak geçiyor, literatürde yer alıyor çoğu zaman, rekabet durumunuz değişiyor. Bir arazi geliyor, bu arazide yapılacak yapnın büyüklüğü, istenilen evlerin büyüklüğü, kdv konuları, imar hükümleri, mal sahibi istekleri, maliyet için istenen bir takım malzemesel inşaat teknik giderleri var ve bütün bunları koyduğunuz zaman direk ev yapabilirsiniz. Fakat bunun haricinde bir şey yaparken başka bir şey de çıkabiliyor ortaya. Sonuç olarak yaratıcılığın girdiği yerde sürpriz ve yeni şeyler çoktur. Biz genellikle bunun peşinde koşarız. Otomatiktir, hayata bakışımız öyledir, hiç bir şeye normal olarak bakmam. Ne pencereye, ne sigara paketine, ne kapıya, ne masaya, ne yaprağa…hiç bir şeye. Olan bir şeye baktığımda bile onun daha farklı olabileceğine dair fikrim vardır. Hayatta gördüğüm, duyduğum her şeye fikir yürütüp, yorumlayıp, sentezlerim her şeye ama. Bu yapımızda olan bir şey.

Ev alacaklar şöyle yapacaklar; pazarda nasıl meyve, sebze alırken seçerek, bakarak, tadarak alınıyorsa, fiyatlarına bakılıyorsa ve uygunsa alınıyorsa, ev için de aynısını yapacaklar. Zaten bunu yapmazlarsa bizi de etkiler. Ben iyi yaptığımı iddaa ediyorum, benim iyi yaptığım bir şeyi gidip seçmezlerse nerden anlaşılacak iyi olduğu? Kim destekleyecek benim yaptıklarımı, kim daha iyisini yapmama sebep verecek? Ben iyi şeyler yaparsam ve o satılırsa tekrar bana geleceklerdir daha iyisini yaptırmak için. Ayrıca tasarım işi standarttan farklıdır. Normal olanın dışındadır. Standart bir ev yerine bunlara bakarlarsa onlara kimsenin veremeyeceği şeyleri almış olurlar. Sonuç olarak gidip bakmadan, seçmeden bunu bilemezler.

Onur AKIN:
İnsanoğlunun geçmişten beridir genel gidişata bağlı olarak hayallerinde betimlediği geleceğin şehir kavramı; yüksek, parlak ve bir o kadar da karanlık gökdelenler arasında uçuşan araçlar, robotlar, yapılarda otomatik ve karmaşık kapılar, asansörler, merdivenler, ışıklar ve benzeri imgelerden oluşuyor. Ütopik gibi görünse de henüz yeni yeni uygulanmaya başlanan teknolojik projeleri, belki de ileride uygulamaya geçirilecek süper teknolojik kentlerin temellerini teşkil ediyor. Jacque Fresco’nun The Venus Project adlı çalışması buna en güzel örneklerden biri. Fresco, yaptığı tüm modellerde geleceğin nasıl olacağını bilemediğini ama bu modellerin tamamının geleceğe geçiş için kavramsal tasarımlar olduğunu ve gelecekte böyle olmalarının gerekmediğini, daha farklı ve yeni teknolojiler kullanılarak daha üst seviyede tasarımlar yapılabileceğini belirtiyor. Projede, kendi kendini onarabilen şekil hafızalı metallerden kendi kendini inşaa edebilen binalara kadar süper teknolojik öngörülerde bulunuluyor. Bu tarz yoğun teknoloji ağırlıklı futuristik mimari projeler hakkında neler düşünüyorsunuz? Her şey toz pembe ve ayaklar yere basmıyor mu, yoksa mantıklı ve fizibilitesi yüksek hayaller mi? Hayatımızda bu kadar fazla teknolojinin olmasına gerek var mı? Hayal edilen, tasarlanan her proje hayata geçirilebilir mi? Artıları ve eksileri ile değerlendirebilir misiniz?
Boran EKİNCİ:
Hayatımızda kullandığımız teknoloji her ne olursa olsun hiç bir zaman toz pembe bir durum olmayacaktır, daha pembeleşen, grileşen dönemler yaşayabilir insanlık. Yani her şey karşıtıyla var olur, biri olmadan diğeri varlığını sürdüremez. Bunların değerleri, dereceleri değişebilir ve bu dereceler genellikle toplum düzeyinde global baktığınızda insanın lehine değişir. Çünkü insanın üretkenliği çok fazladır, insan durmaz, insan hep bir şeyler yapar ve bu yapılanlar genelde yıkım değildir, yıkım daha az bir oranını tutar, genelde üretimdir. Dolayısyla yaşam kalitesinde bir çok açıdan iyileşme olacağını düşünebiliriz ama bu bir çok kaybı da beraberinde getirebilir. Yani insanların robotlaşması gibi…insanlara aynı kıyafetleri giydirelim, aynı evlerde oturtalım, şehirler aynı olsun –ki öyle oluyor, Dubai’nin Londra’dan farkı yok bugün veya Çin’dekinden de farkı yok- bütün dünyada giydiğimiz pantolanlardan kullandığımız gözlüklere, izlediğimiz filmlerden eğlence anlayışına kadar her şeyimiz aynı. Aynılaştıkça, farklı olan bir dolu şeyi yok etmekteyiz. Mesela bugün dünya üzerinde her yıl belki bir kaç tane dil kayboluyor olabilir. Halbu ki dil ne kadar önemli bir şeydir, kültürel gücü çok yüksek olan bir şeydir, ırklardan sonra diller gelir, ırkın yok olmasından sonra yok olabilecek en büyük yapıdır diller. Fakat diller yok oluyor, yok olmasın mı? Hayır efendim yok olacak tabii ki, yok olsun yani, ona doğru gidiyoruz görmüyor musunuz? Hatta bütün insanlık tek dili konuşalım artık. Artık ülkelerin arasında sınırlar kalmasın. onbin tane para birimi olmasın, tek para birimi olsun hatta gün gelip para da kalksın. Tabii ki buna gidiyoruz, bunu reddetmek ahmaklıktır bence, bilememezliktir. Kim ne dersin bu böyle olacaktır hatta belki dinler bile yok olacaktır. Irksal ayrımlar azalacaktır, çünkü ırklar birbirleriyle çifteleşe çiftleşe bu durum da değişecektir. Fakat bu durumlar insanları robot mu yapar? Aynı mı yapar? Bence yapmaz. Aşklar olmayacak mıdır, dostluklar, bir işi iyi yapmak, haz duymak, eğlenceli günler, üzüntülü günler, bir yakınını kaybetmeyecek misin, yaşam, ölüm, doğum olmayacak mıdır? Hayatı bu kadar standart yapamazsın.

Bunun dışında bir şey daha söylemek istiyorum. Benim kişisel hobim, merakım bilim-kurgudur. Bu konuda yüzlerce kitap okumuşumdur ve belki Türkiye’deki en büyük arşiv de bendedir. Bu kitaplar ütopiktir ama inanılmaz fikirler verir sana, ufuk açar çünkü tamamen hayaller üzerine kurgulanmıştır. Şu anda yaptığım yapılar işe yarıyor, ihtiyacı karşılıyor olabilir. Peki idealde bu yapıları mı öneririm? Hayır, bana kalsa neler neler öneririm. Gücüm olsa neler neler yaparım ve yaptıklarımda da şu tepkiyle karşılaşırım “a bunu Boran yapmış, ölürüz biz burada” filan derler herhalde. Yani imkanım olsa öyle şeyler yaparım bugün ama bunları ideal diye mi yaparım? Hayır, bunları bugünün çözümü diye yaparım. Bugün bunları yaparsak, çok hızlı 3 adım atarız diye bakarım. Ondan sonra günü geldiğinde yıkılsın, önemi yok. Hükmü geçtiğinde yıkılsın gitsin ama şu an ne lazım? Fırsatım ve gücüm olsa çok abartılı şeyler önerebilirim.

Onur AKIN:
Hani bir anda aklınıza gelen, cin fikir tabir edilen, ajandanıza not aldığınız ve uzun zamandır yapmayı planladığınız, böyle bir şey yaparsam çok ses getirir, bunu mutlaka ben yapmalıyım dediğiniz, heyecandan sizi uyutmayan ve zamanı gelince uygulayacağınız fikirleriniz var mı? Tabii ki bunlar genellikle gizli tutulur ve herkesten saklanır ama en azından şöyle de diyebiliriz; daha önce bir yere not alıp da gerçekleştirdiğiniz ve sektöre farklı bir soluk kazandırdığını düşündüğünüz bir projeniz oldu mu?
Boran EKİNCİ:
Ben biraz tembellik eğilimi olan biriyim, ben yapacağıma başkası yapsa daha memnun olurum (gülüyor)…Yani yapılmasına inandığın şeyleri yap derler ama ben şahıs olarak yapmak meraklısı da değilim. Fırsat olursa yaparım, iyi bir şey yapılması iyi olur ama yapılmazsa dünyanın sonu mu olur? Hayır. Bu gizli tutma olayı, bireysel hırslar vs. bunlar bana komik gelir. Ben mesela arkadaşlarımla güzel vakit geçirmeyi tercih ederim hayatta, kendim için istediğim budur. Eşimle, dostumla güleyim eğleneyim, fırsat buldukça kaçayım mesela sokakta top oynayayım, ben onu istiyorum ve her fırsatta sokağa çıkıp top oynarım. Tabii ki yaptığım işi iyi yapmaya çalışırım, planım, programım vardır, düzenim vardır ama kendimi bunun için paralamam. Bunun için deliren insanlar vardır ama ben o delilerden değilim. İşimi iyi yapıyorum ve kendime vakit ayırmayı seviyorum. Fırsatım ve gücüm olursa da ortaya acayip şeyler çıkarırım. Sorumluluktan tabii ki kaçmam ama kendimi helak da etmem, etmek istemem. Bu yüzden mesela devlet adamlarına, büyük şirket ceolarına ve bu şekilde çalışanlara çok acırım aslında. Onlar toplumun köleleri olmuşlardır, kendi hayatlarını yaşayamazlar. O insanlara çok kıymet veriyorum, bize faydaları var, büyük sorumluluk alıyorlar, bu yüzden teşekkür ediyorum onlara. Ben böyle mutluyum, yerlerinde olmak da istemem. Sonuç olarak devlette bir görevdesin, yanında korumaların olmadan sokağa çıkamazsın, bir yerden diğerine koşturacaksın, hasta olmamak için vitamin hapları alacaksın vs…ne yapayım ben öyle hayatı. Onlar çok memnundur o ayrı ama ben böyle mutluyum, yaşamayı seviyorum. İş hayatımda büro olarak çok verimli bir büroyuz ama ben bir şeyleri belli bir düzene oturttuğum için az çalışırım. Günlük enerjime baktığımda hayatımın çoğu hayal aleminde geçiyor, hayal aleminde yaşıyormuş gibiyim. İşlerimiz yolunda ve belli bir düzen de var, tabii ki çok stresli zamanlarımız da oluyor ama mesela film izlemek bir hayal, kitap okumak bir hayal ve bunlar daha çekici geliyor, arkadaşlarımla vakit geçirmeyi daha da çok seviyorum. Bütün hayatım bir oyun gibi, dolayısıyla iş de benim için bir oyun zaten. Bir de şöyle bir şansım var benim; çocukluk arkadaşlarımdan hiç kopmadım, hala her gün birlikteyim. Ailem, çocuklarım, eşim, annem, kayınvalidem hepsi çok iyi ve mutlu insanlar, bunlar çok büyük bir şans çünkü herkes aynı şeyi yaşayamıyor hayatta ama en büyük şansım arkadaşlarımdır. Bu, hayattaki en büyük şansımdır benim. Özetleyecek olursam daha önce de söylediğim gibi, bu tarz bir şeyim olmadı ama gücüm olursa ve yapmak istersem de inanılmaz şeyler çıkarabilirim ortaya.

Onur AKIN:
Çizim aşamasından, insanların kullanabileceği hale gelene kadar, “bu proje bitmez, bitse de kurtulsak, of aman çok sıkıcı” ya da “inanılmaz bir proje, harika oldu, daha güzel olması için üzerinde zevkle çalıştım” dediğiniz bir proje oldu mu?
Boran EKİNCİ:
Biz bütün projelere başlarken bitince çok iyi olmasını hedeleyerek başlıyouz zaten, onun hayaliyle başlıyoruz ve hep bitmesini istiyoruz. Bir yemek pişiriyorsam, yensin istiyorum ve dolayısıyla bitmesini sabırsızlıkla bekliyorum. İşlerimiz 6 aydan tutun da 6 yıla kadar uzayan zamanlar içinde yapıldığı için çok fazla sabır göstermek gerekiyor. Başlangıçla bitiş arasındaki süreç, her daim sabır isteyen ve sıkıcı tarafı olan bir süreç. Burada en önemli nokta sabırlı olmak, sabırlı olmazsan durum çok zorlaşır. Sonuçta bir hayal kuruyorsun, gerçekleştirmek için çalışıyorsun ama aradan 5 yıl geçmiş be kardeşim, uğraş babam uğraş, ölüyorsun yani. Zevkli geçen 5 yıl da olabilir ama hep bitirme peşinde koşuyorum. Ne kadar zevkli olursa olsun, yapıyı tek başına yapmıyorsun bir ressam gibi. İşin içine yüzlerce insan ve kurallar giriyor, yani yüzlerce insanın parmağı var. Zor bir durum ve dolayısıyla biran önce bitmesini istiyoruz ve iyi bitmesi bizi memnun ediyor. Şöyle de bir durum var; hiç bir zaman hayalimizi yüzde 100 bitiremedik, yüzde 98 yaptıklarımız oldu ama öyle bir gücümüz olmadı. Yüzde 100’e çok yaklaşan durumlar olabilir, hatta yüzde 100 yapıldığı durumlar da olabilir. Bu, teorik olarak mümkündür ama bizim olmadı.

Bunlar dışında çok sıkıldığım projeler tabii ki oldu ama isim vermek çok doğru olmaz. Fakat şöyle bir şey söyleyebilirim; toplu konut projelerinde beni çok üzdüler. Defalarca kez projeleri değiştirdiler ve teknik hatalar yaptılar. Bunların hataları hala bana dönüyor ve dönmekte. Sonuç olarak benim yapıdan kurtulmam mevzu bahis bir durum değil ki, kaldı ki yapı bitmiş ve bir tarafında çok garip bir şeyler kalmışsa bunu her gördüğümde asabım bozuluyor. Bu yüzden bazı yapılarıma gitmiyorum, yani gitmemeyi tercih ediyorum, çünkü gidince canım sıkılıyor, tekrar aynı şeyleri hatırlıyorum, sinirleniyorum ve moralim bozuluyor. Bu kadar güzel şeyler hayal ediyorsunuz, sonuç üzücü. Yani bir çocuğunuz var ve birileri gelip onun bacağını kesiyor ve ben onu topal olarak her gördüğümde içim sızlıyor. Böyle projeler de oldu ve onu başarmak ayrı bir organizasyonel beceri ama bazı projeler ise hiç öyle değil, çok zevkli. Hani güle oynaya, insanlık, medeniyet, mühendislik, mimarlık, uzmanlık sınırları içerisinde yapılması gerektiği gibi iş yapılmış. Bunlara örnek olarak; Yalıkavak Evi, Eston Showroom, Kazdağları’ndaki Göl Evi, Odtü teknokent örneklerini verebilirim. Severek, zevk alarak yaptığım daha bir çok proje var ama bu projeler üzerinde zevkle çalıştım.

Onur AKIN:
Eski Boran Ekinci ile şimdiki Boran Ekinci arasında bir değişim var mı? Varsa ne yönde bir değişim?
Boran EKİNCİ:
Bir kere eskileşiyoruz, yaşlanıyoruz artık. Orta yaşı biraz geçtik(gülüyor). İster istemez yaşlı ve tecrübeli olma yolundayız.

Onur AKIN:
Sizin de bildiğiniz gibi dünya üzerinde her alanda geçerli genel bir denklem vardır; arz ve talep. Bunu mimari alanda basitçe örnekleyecek olursak:
Bir yatırımcı ya da mal sahibi, müşterilerine, en iyi kaliteye ve yüksek standartlara sahip yapıları satmak ister. Çünkü müşteri, yaşam alanından memnun olursa, mal sahibinin diğer projelerini de satma şansı ya da marka olma durumu o seviyede artar diyebiliriz. Bunun için de en nihayetinde bir mimara ihtiyacı vardır. Bu süreç ele alındığında, yapıların çoğunda kağıt üzerindeki teknik şartnameler dışında mimarların isminin çok fazla kullanılmadığını görüyoruz. Bu konuyla ilgili, 2007 yılında mimarizm web sitesinde yayınlanan başka bir roportajınızda; “…Bence kimse mimarın ismi için ev almasın. “Boran Ekinci’nin yapısı” diyerek kimse benim yapımı almasın, evi sevdiyse alsın. Çünkü ben, mal sahibinin insanlara daha kolay satabileceği, kentsel çevreye daha duyarlı bir ev yapmaya çalışıyorum. İşveren benim patronumsa satın alanlar da işverenin patronudur ve onlara yapıyı beğendirmek durumunda. Bunun için de benimle çalışıyor. Tamamen rasyonel bir işleyiş aslında bu. Bu yüzden mimarın adının geçmesi çok önemli değil, önemli olan iş veren kesiminin mimarı bilmesi. Çünkü aslında mimarlık mesleği sermayeye çalışır. Çünkü yapıyı yapma gücü sermaye sahibinin elinde. Bu noktada da sermaye sahibinin bilinçlenmesi daha önemli…” demişsiniz. Roportajdaki söyleminizi yorumladığımda; “mesleki açıdan, sermayeye dayalı bir sistemin varlığı söz konusudur ve biri olmazsa diğeri de olmaz” şeklinde bir mecburi döngünün varlığından bahsettiğinizi düşünüyorum. Halbuki, tasarımından teknik hesaplamalarına kadar en temel yapıyı oluşturan, yani işi realiteye döken asıl kişilerin mimarlar olduğu bir gerçektir. Böyle bir durumda bir mimarın ismi; aldığı teknik eğitim, tasarım ve yaratım gücü, dolayısıyla da edindiği kazanımlar sonucunda ortaya çıkardığı mimari eserin yanında silik kalıyor anlamına gelebilir. Durum bu şekliyle ele alındığında, hiçbir zaman mimarlık eğitimi almamış birinin isminin, işin sadece maddi boyutunu karşılayarak ortaya çıkarılan eserle birlikte anılması açıkçası beni biraz düşündürüyor. Zira mimari tarihsel gelişim sürecine bakıldığında, inşaa edilen yapıların, içinde bulundukları dönem özelliklerinden farklı özelliklerle veya tekniklerle yapılması sonucunda, yeni mimari dönemlerin başladığını, ortaya çıktığını biliyoruz. Ortaya çıkan her yeni dönem içindeki eserlere bakıldığında, bugün bile hala eser-mimar eşleştirmesi yapıldığı aşikardır. Bunların hepsini günümüz mimari yapısı içinde ele alırsak; her geçen gün yeni ve farklı tekniklerle yapılan, hatta hiç uygulanmamış, tamamen ileri derecede yaratıcılık, yetenek ve zeka gerektiren ileri hayal ürünü yapıların varlığı deyim yerindeyse dönem içinde farklı bir dönem yaratacak türden. Böyle bir durum söz konusuyken, ortaya çıkarılan bu eşsiz eserlerin yaratıcılarıyla birlikte anılması, insanların bu büyük ayrıntıya bakarak karar vermeleri daha doğru olmaz mı? Zira böyle bir mesleki yeteneğin sermayeye bağlı olarak şekillenmesi, herhangi bir ülkeden getirtilen bir ürünün üzerindeki “MADE IN …” etiketinin sökülerek, başka bir etiketin eklenmesi durumuna benziyor…Bu konuda hala eskisi gibi mi düşünüyorsunuz?
Boran EKİNCİ:
Maddi boyutunu karşılama olayı şeklinde bakmamak lazım. Ortada bir düzen var aslında ve bu düzenin içinde neler var onlara bakalım. Yapı sektörü denildiğinde işin içine çevre de giriyor. Yani sadece binalar değil sokakları, bahçeleri, parkları da katmak lazım. Bunların yapımında rol oynayan faktörler var. Bunların kullanıcıları var, bunları yapanlar var, bunları yapmak için kullanılacak malzemenin tedarikçileri var, bunların ustaları var, bunların mimarları var, bunları tasarlayan var veya bunları yetiştirenler var okullarda var da var…Bu dilimlerden her hangi biri olmazsa bu olmaz. Bunların her birinin oynadığı roller var, dolayısıyla bizim mimar olarak rolümüzün anlaşılması çok önemli. Mimarların rolü çok anlaşılmıyor, sermayenin bilinçlenmesi gereklidir sözünü bu yüzden söylemiştim. Onların anlaması çok önemli, onlar anlamadıkça işimiz çok zor, çünkü işi yaptıran onlar. Artık bir şeyler anlaşılmaya başlandı.

Sermaye veya yatırımcı niye bize geliyor? Bizim işimizi yapmak hevesiyle veya bizim üzerimizde otorite olmak için gelmiyor ki. O benim patronum ama boyun eğmem gerekmiyor ki benim ona, benim bir işim var. Şöyle düşünün; hastasınız ve doktora gidiyorsunuz. Doktor bir tedavi öneriyor, siz doktora tedaviyi istemiyorum mu dersiniz? Peki doktor bey deyip söylediklerini yaparsınız, çünkü sağlığınız söz konusudur. Yatırımcı bize niye geliyor peki? Çünkü biz bu işin doktoruyuz da ondan. Doktor olduğumuzu anladılar sonunda, önce bilmiyorlardı.

Eser-mimar eşleştirmesinde şöyle düşünüyorum. Günümüzde ,evet, inşaat firmalarının ismi öne çıkıyor gibi ama başka bir gözle bakıldığı zaman, bana hizmet etmiş oluyorlar proje işi getirmekle. Yapıyı yaparken neye ihtiyaç vardır? Tuğlaya, demire, betona, cama ihtiyaç vardır, bunları yapacak ustaya ihtiyaç vardır ve onlara para verecek birilerine...Bunların her biri gereklidir ve ihtiyaçtır. Her biri işini iyi yapsın, ben de kendi işimi iyi yapayım. Bizim işimiz farklıdır yatırımcıyla. Burada negatif bir şey oluşturmuyorum. Yatırımcı bana geliyorsa ben ona bir şey katacağım, onun para kazanmasını sağlayacağım. Ben öyle bir şey yapayım ki o bunu satsın. O satsın demek şöyle; yaşayanlar memnun olsunlar, yani insanlara bir şey katayım ki paralarını buna yatırsınlar. Paralarını yatırınca yatırımcı da fayda görsün, parasını kazansın ve memnun olduğunu görünce tekrar bana yaptırsın. İşin içinde sonuçta ticaret var, o insanların bize gelmesi, o aşamalardan geçmesi bile bir şeylerin değiştiğini, geliştiğini gösterir. Aynı zamanda körü körüne bize bağlı kalmaması da yine onun gücünü gösterir. Onun da kendi gücü var, çünkü benim mimar olarak iyi üreteceğimin bir garantisi yok ki. Kaldı ki benim denetimim bürokraside ve yasalarda olduğu gibi yatırımcının da elinde, hatta alıcının da. Herkes çok iyi iş yaptı ama evler satılmadı, çöktü vs. Sonuç olarak yapılan işte herkesin payı var. Filmlerin yönetmenleri çok tanınır ama yapımcıları tanınmazlar, ben de bir yönetmenim. Yapılarda mimar isminin olmaması yine bence çok önemli değil, çünkü bunu bilen bilir. Bazen bir müteahhitin kendini ön plana çıkarmak için, “bu binayı ben yaptım” demesi tabii ki etik bir davranış değil. Çünkü o, mimar değil. Bu ahlaksızca bir davranış bence. Böyle şeyler de olabiliyor. Binaların üzerinde inşaat firmalarının ismi yazıyor olabilir. Bence inşaat firması arayan o yazıdan gidip o firmayı bulabilir ama mimar arayan da gider, bu yapının mimari kimdir diye sorar. Tabii ki yapı tamamlandıktan sonra, binanın üzerinde inşaat firmasının adının yazması da bana göre biraz komik ama sitelerde yazabilir. Bunun dışında ille de mimarın isminin yazması gerekmiyor bence, yazabilir belki ama bu da komik bir durum olabilir. Zaten bilindiği üzere bizim reklam yapmamız yasalarca yasaktır. Bu durum haksız rekabete yol açar. Reklam yaparak çok fazla para kazanan bir mimar olduğunu düşünün ama yaptığı işler çok kötü. Bu yüzden bizi arayan bulsun diyelim. Zaman geçtikçe insanlar değişiyor ama bu konuda fikrim hala aynı, yani eskisi gibi düşünüyorum.

Onur AKIN:
Meslek hayatınızda sizi ileriye taşıyan, yenileyen bir dönüm noktanız oldu mu?
Boran EKİNCİ:
Benim mimarlık yaşantımdaki dönüm noktam dergi sayesinde olmuştur. Okuldan yeni mezun olduğum dönemlerde tanıdıklar, arkadaşlar sayesinde birileri bir iş verdi, birileri bir şans tanıdı vs şeklinde bir kaç iş almışım ama deyim yerindeyse daha meslekte çaylağım. Birine dolap yapıyorum, biri Boran iyi mimardır diyor başkasına başka bir şey yapıyorum, o ona tavsiye ediyor, beraber bir şeyler yapalım diyor…ilk etapta iç mimarlık işleri yapıyorum, yani bir şekilde ayakta durmaya çalışıyorum. Arkasından bir iki bina işi yaptık. Hatta şu anda içinde olduğumuz bina ilk işlerimden biridir. Bunu yapınca başka bir arkadaşım bir bina işi aldı, benim de bina yapmışlık tecrübem olunca gel beraber yapalım dedi ve İzmir Finansbank’ı yaptık. Bu binayı da yapınca başka bir arkadaşım “Boran bina yapıp duruyor, bizim binayı da o yapsın” derken birbiri arkasına böyle şanslarım oldu. Bu işleri yaparken küçük bir büromuz vardı, oda dersem daha doğru olur. Büroda 2 masamız vardı, 4 kişi çalışyorduk o küçük yerde. Paramız yoktu zar zor ayakta durmaya çalışıyorduk. Bizi tebrik eden de yoktu, yaptığım projeleri anneme gösteriyordum. Annem de “ah evladım eline sağlık” filan diyordu, sonra entellektüel çevreyle de çok alakam yoktu, sosyal olarak da geceleri çıkmam, gezmem etmem. Tabii ki tanıdığım insan sayısı çoktur ama normal, kendimce insanlardı bunlar. Sonra işler biraz daha kötüye gitti ve büroda 2 kişi kaldık. Baktık olmuyor, boş duracağımıza dergilere gönderelim projeleri belki kabul eden, bakan, gören biri olur dedik. O zaman bugünkü gibi saygın, bilinen mimarlık dergileri de yok. İç mimarlıkla ilgili bir kaç dergi var, popla ilgili, modayla ilgili bir kaç dergi var vs. Sonra baktık ki mimarlıkla ilgili bir kaç dergi var ve bunlardan bir tanesi bilmem kaç yıldır sadece mimarlıkla ilgili yayın yapıyor. Arredamento mimarlık dergisi…Arredamento’ya projeleri gönderdik, bir süre sonra dergiden dönüş yaptılar ve sizin profilinizi yayınlayalım dediler. Bu arada ben çok dergi okuyan, gazete okuyan, televizyon seyreden biri de değilim, bu yüzden profil yayınlamak ne demek onu da bilmiyorum. Zafer bu işten anlar dedim, gittim Zafer Akay’a…Zafer dedim, Arredamento dergisi senin profili yayınlayalım diyor, iyi bir şey mi, ne dersin, ne yapalım dedim. Zafer de gerçekten mi ya filan dedi, niye iyi bir şey mi ya dedim, tabii ki hemen yollayalım dedi, öyle sevindik filan…Sonra oturduk ve yazı yazması için bir çok akademisyene projeleri gönderdik. O zaman şunu farkettim; ilk defa akademisyenlerden kritik alacağım, uzman kişilerden projelerim hakkında fikir duyacağım. Annemin, kardeşimin dediği şeyler değil bunlar veya iş hayatındakilerin. İş hayatındakiler eline sağlık, çok güzel olmuş filan demiyor zaten, öyle bir durum yok. Belki kırk yılın başı biri çıkarsa ancak. Gerçi memnun olsa bile bir şey demez kimse bizim işlere, zordur çünkü. Kültür meselesi. Yani restoranda yemek yersin, güzeldir ama mutfaktan aşçıyı çağırtıp eline sağlık, çok güzel olsun demezsin, zordur. Yermek daha kolaydır. Bizim ki de böyle bir şey işte, hayatımızda hiç almayız o övgüleri. Her neyse, ben ciddi anlamda merak ediyorum, ilk kez fikirlerini alacağım çünkü. Sonra o profil yayınlandı ve o zamana kadar bilinen mesela 5 tane mimarın son üç beş yılda iyi işler çıkardıkları için Türkiye’de yıldızları parlamıştı, İstanbul beşlisi diye bilinirdi. Onların profillerinin ardından benimki 6. profilmiş. Yani o beşli olarak geçerken ilk defa farklı bir mimarın profiline yer verilmiş. Çorbada olmayan bir mimarın profiline…Onun sonucunda beni mimarlar tanıdı. Bütün işlerim mimarlar sayesinde oldu. Bunun dışında bütün hocalar ve meslektaşlarım, dergiyi takip edenler tanıdı beni ve bütün işlerim bu dergi sayesinde gelmeye başladı. Tanıdıkların dışında böyle bir şey olması iyi oldu. Çünkü mesela bir yatırımcı hocalardan birine sorduğunda kim var tanıdığın iyi bir mimar diye, hocalar da; şu var, bu var derken Boran da var, ondan da teklif alın demeye başladı. Dolayısıyla beni, tanımadığım bir sürü kişi aramaya başladı. Tabii ki her gün telefonlar yağmadı ama hiç olmayan bir şey olmuş oldu. Sonra mimarlar odası tanıdı beni, akabinde gel sempozyum ver dediler, başka birileri üniversitelerde seminer ver dedi, diğeri gel workshop yap dedi…Bu şekilde ilerledik. Şimdi yine bir çok yere gidiyorum, yarışmalarda gençler için juri üyeliği yapıyorum, konuşmalara katılıyorum vs. Sonuç olarak yaptığın işlerin, eylemin, tecrübelerin hem tanıtılması, hem de paylaşılması açısından meslek hayatımız değişti, farklı bir kurgu geldi. Evinde kendi kendine yaşayan biri yerine toplum önünde bulunan biri halini aldı. Tüm bunları yaşamamda o dergi, meslek hayatımda bir kırılma noktasıdır diyebilirim.

Onur AKIN:
Aşağıdaki sözcüklerin size çağrıştırdıkları nelerdir?
Boran EKİNCİ:
Teknoloji: İyidir,
Futurizm: Gereklilik,
Yenilenme: Biraz yoruma bağlı bir durum, iyi yenilenmeye evet ama kötü olanına hayır,
Gökdelen: Gökdelen biraz antika bir tabir gibi geldi. Biz çocukken gökdelen derdik, nedense 60’lı yılları çağrıştırıyor,
Apartman: Gereklilik,
Villa: Sevmediğim, kaba tabirle gıcık bir sözcük,
Bina: Bina da tek başına kaba tabirle gıcık bir ifade, binayı bina olarak algılamak çok hoşuma gitmez, aslında mekanları ayıran duvarlar, döşemeler gibi bakmak daha çok hoşuma gider. Yani yapı demek daha çok hoşuma gider, çünkü yapı sadece binayı kapsamaz, yapı etrafıyla birlikte yapıdır,
Toplu konut: Gereklilik,
AVM: Onu bir türlü gereklilik olarak kabul etmek istemiyorum, çünkü hiç sevmiyorum alışveriş merkezlerini genelde fakat onun da şu an gereklilik olduğunu kabul etmek durumundayım herhalde,
EkoDesign: Ufku olan, gerekli bir şey,
Küresel ısınma: Tehlike çanları,
Avan proje: Bir etap,
Aile: İnsanlığın sürekliliği,
Baba: İnsan,
Evlat: Küçük insan,
Torun: Daha küçük insan,
Mimar: Toplumun keyifli bir parçası,


Onur AKIN:
Son olarak serbest kürsü isimli bir bölümümüz var. Serbest kürsüde istediğiniz her konu hakkında konuşabilirsiniz. Aklınıza ne gelirse, daha önce söylemek isteyip de söyleyemediğiniz veya fırsatınız olmayan, gündemden, her şeyden bahsedebilirsiniz, serbestsiniz..
Boran EKİNCİ:
Ben bu tür şeyleri genellikle konuşma esnasında düşünürüm ve söylerim spontone olarak. Aklıma gelen şeyleri söyleyen biri olduğum için (gülüyor) söylemek istediklerimi söyledim ama hoşuma giden şöyle bir söz vardır yaşama dair:
“Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma.” Diğer insanlara saygı göstermek gibi veya çalınmasını istemiyorsan çalma, dayak yemek istemiyorsan vurma gibi. İyi bir şey yani. Doğru bildiğin şeyleri kendin yapmaya çalışmalısın.


Onur AKIN:
Vaktinizi ayırdığınız için Üstün Ev Dergisi adına çok teşekkür ederim.


BU YAZI ÜSTÜN EV MİMARLIK DERGİSİ'NİN HAZİRAN-AĞUSTOS 2010 13. SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR. İZİN ALINMADAN, KAYNAK GÖSTERİLMEDEN ve YAZAR İSMİ BELİRTİLMEDEN BAŞKA YERLERDE KULLANILAMAZ! Bilgi için http://www.ustunev.com.tr 02122556767

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MİMARİ YAPILARDA GÖRME ENGELLİLER İÇİN İÇ ve DIŞ MEKANDA YAPILAN DÜZENLEMELER

KAYKAY SPORUNUN TARİHÇESİ VE TÜRKİYE’DEKİ GELİŞİM SÜRECİ

SKATE İZMİR