…İNSAN VE DOĞA FAKTÖRLERİNİ TEKNOLOJİ VE TASARIMLA BİRLEŞTİREREK ZATEN OLMASI GEREKEN ŞEYİ YAPAN BİR MİMAR, EMRE AROLAT…

Editör: Mustafa Onur AKIN
onur@ustunev.com
mustafaonurakin@gmail.com


Bazı kişiler vardır, o kişiler hakkında bir çok şeyi, yaptığı işleri, düşüncelerini, gelecek planlarını, amaçlarını vb şeyleri yazmadan tanımlamak, anlatmak mümkün değildir. Bazı kişiler için ise her hangi bir tanım yapmaya gerek yoktur, onlar kendilerini anlatmaya ya da kendileri hakkında birşeyler anlatılmasına gerek duymazlar, zaten işlerini yapıyorlardır… Yaptıkları şeyler zaten olması gereken kurallar içinde yer alan gayet sıradan şeyler olduğu için bunu, kuralına ve ihtiyaçların optimum ölçüdeki değerlerle karşılanmasına yönelik olarak teknoloji ve tasarımla birleştirdiklerinde işte o hakkında çok konuşulacak şey zaten kendiliğinden ortaya çıkmış olur… İşte Emre Arolat da bu insanlardan biri…

Mimarlık dünyasının yakından tanıdığı ve takip ettiği Emre Arolat, yaptığı projelere ve ulusal ve uluslar arası düzeyde kazandığı bir çok ödüle rağmen mütevaziliğini koruyan, yaptığı projelerin dış görünüşü, ilginçliği ya da diğer farklı kriterler dışında; olması ya da yapılması gerektiği için onu yapan düşünce yapısına sahip olan birisi…

Aslında fazla söze gerek yok, kısaca;
“O, işini severek ve olması gerektiği gibi, mimarlıkta en basit unsurlar olan çevre koşulları ve insan faktörünü temel alarak en iyi şekilde yapan bir mimar.” İşte bir çok yönüyle Emre Arolat!



Onur AKIN:
Emre Bey, birbiriyle bağlantılı birkaç soruyu birleştirerek başlamak istiyorum. Bu kriterleri göz önünde bulundurarak cevap vermenizi rica ediyorum sizden.
Emre Arolat, yıllar içindeki kazanımlarını ve ismini EAA bünyesine taşıyarak mimari bir marka olarak hızla ilerliyor. Her mimar, eğitimini tamamladıktan sonra kendine ait bir ofisi olmasını ister. Çünkü aldığı eğitim sayesinde mesleki açıdan yeterli olduğunu bilir(istisnalar olabilir). EAA bünyesinde çalışan bir çok meslektaşınız bulunuyor ve her mimar gibi onlar da isimlerini kullanmak, kendi ofislerinin başında olmak isteyebilirler. Bu durum, bu tür meslek gruplarında yer alan insanların en doğal istekleridir. Böyle bir durum söz konusuyken, EAA’nın kurucusu olarak nasıl bir politika izliyorsunuz, zorlandığınız ya da garip durumlar yaşadığınız zamanlar oluyor mu? Ayrıca genel olarak sizin hakkınızda araştırma yapan herhangi birileri tecrübelerinize ve kazandığınız ödüllere bakarak ne kadar başarılı bir mimar olduğunuzu görüyordur ve dolayısyla bu başarılarınız karşısında eminim kendi kendilerine “nasıl bu kadar çok şeyi aynı anda yetiştirebiliyor, hiç özel hayatı yok mu bu insanın, acaba gerçekten İŞKOLİK mi” şeklinde düşünceleri de aklından geçiriyorlardır. Hal böyle olunca da o merak eden herhangi birilerinden biri olarak ve onların adına sormak istiyorum; mimarlık sektörünün içinde yer alanların bildiği ya da insanların araştırmaları sırasında bir çok yazılı veya görsel medyada karşılarına çıkan Emre Arolat kimdir tanımının dışındaki mimar şapkasını takmış Emre Arolat’ı; sosyal yaşantısı, ailesi, arkadaşları, hayata bakış açısı, deneyimleri, hedefleri, dünya görüşü ve gelecek anlayışıyla birlikte tanımak istiyoruz. Emre Arolat kendini nasıl tanımlar?

Emre AROLAT:
Galatasaray Lisesi’nden sonra girdiğim MSÜ Mimarlık Fakültesi’ndeki lisans eğitimini 1986 yılında tamamladım. Aynı yıl gittiğim ABD Washington DC’de, Metcalf and Associates isimli mimarlık bürosunda bir yıl kadar çalıştım. Türkiye’ye döndüğümde hem ustalarım hem de annem ve babam olan Şaziment ve Neşet Arolat tarafından 1961 yılında kurulmuş olan Arolat Architects bürosunda çalışmaya başladım. Benim için ikinci bir eğitim olan bu ofiste toplam 17 yıl boyunca çeşitli pozisyonlarda bulundum. Bu arada 1992 yılında aynı fakültede yüksek lisans eğitimini tamamladım.

2004 yılında Gonca Paşolar ile EAA-Emre Arolat Architects’i kurduk ve farklı bir yapı oluşturduk. Bütün gücünü ortakların ve yöneticilerin işlerin içindeki yoğun varlığından alan ve beraber çalışılan ekibin sürekli ve sıkı bir kontrol altında tutulmasıyla yürütülen konvansiyonel ofis düzeninin yerine, daha katılımcı ve çok sesli bir yapı olarak tasarlandı EAA’da bugüne dek süregiden sistem. Sanırım Arolat ve EAA’yı birbirinden kesin çizgilerle ayıran da bu farklı görüştü. Zira her iki grubun mimari yönelimleri arasında çok derin bir fark olduğu söylenemez. Başka bir deyişle, mimari üründen daha çok, süreçtir bu iki yapıyı farklı kılan. Bu süreçte beni en çok sevindiren gelişmelerden biri, annem ve babamın da birkaç yıl sonra bu yapıya dahil olması ve yeniden, bu kere EAA’nın şemsiyesi altında birlikte üretme şansını bulmamız. Öte yandan bu yapının gittikçe gelişmesi ve paylaşılabilir olduğunun ortaya çıkması bizi fazlasıyla umutlandırıyor. Bu sürecin bir önemli adımı olarak, Sezer Bahtiyar ve Kerem Piker de EAA’nın yeni ve genç ortakları arasına katıldılar yakın geçmişte.

Kuşkusuz, yaptığı işe bu denli tutkun olan benim gibi birisinin mesleğini aynı zamanda hayatının yönlendiricisi haline getirmemesi olanaksız. Günde ortalama on beş saatinizi çalışarak geçirince zaten farklı bir hayatınız olamıyor.



Onur AKIN:
Türkiye’nin yıldız mimarları arasında yer alıyorsunuz. 2009 ve 2010 yılı kazandığınız ödüllerle, sizin ve Türk mimarlığının adını duyurma yılı oldu. Bu durum beklediğiniz bir sonuç muydu ve eğer beklediğiniz bir sonuç ise yıl sonuna kadar veya 2012 yılı için; “Biz EAA(Emre Arolat Architect) olarak, şu organizasyonlardan kesin ödül alırız/alacağız, projelerimizde bunları hesaba katarak çalışmalar yapıyoruz” şeklinde düşündüğünüz zamanlar oluyor mu? Zira bildiğimiz kadarıyla EAA olarak projelerinizde durum odaklı mimari tasarım anlayışını benimsediğinizi belirtiyorsunuz. Aynı zamanda tasarım ve uygulamalarınızda çevrenin en geniş anlamını yorumlayıp, kullanılacak malzemenin görsel ve dokusal uyumunu dikkate alarak ortaya bir şeyler çıkarıyorsunuz. Her yeni mimari projede herşeyi en başından mı ele alıyorsunuz? Durum odaklı mimari tasarım derken tam olarak ne yapıyorsunuz? Bir röportajınızda, mimarlığı; “bilinenleri unutup yeni duruma göre tasarlamak” olarak tanımlamışsınız. Bu söyleminizden yola çıkarak, bilinen mimarlık kurallarından farklı olarak sürekli yeni teknikler uyguladığınız/geliştirdiğiniz ve bu sebeplerden dolayı ödüller kazandığınız söylenebilir mi?

Emre AROLAT:
Bugün tüketildiği biçimiyle mimarlık ödülleri mekanizmasının genel yönelimlerini ciddi anlamda sorunlu bulduğumu söyleyebilirim. Bu ödüllerin neredeyse hepsi, jüri tarafından yapıların kendilerini görerek ya da en azından ciddi bir biçimde dokümantasyonu yapılarak değil, iki fiyakalı fotografa bakılarak veriliyor.
Dolayısıyla projelerimizi hazırlarken son dönemde sayıları gittikçe artan bu mimarlık ödüllerinin kerameti kendinden menkul ölçütleriyle hareket etmemiz sözkonusu değil.
Uluslararası ödüller yalnızca bu coğrafyada mimarlık üretirken, dışardan görünme şansı bulmamızı sağlıyor. Bizim için sadece bu yönü önemli.
Biz EAA’da üslupçu bir yaklaşım yerine “durum” odaklı bir tasarım pratiğini sürdürmeyi ve bunu kendi iç potansiyelleri üzerinden geliştirmeyi deniyoruz. Her projenin, her özel durumun kendi sorunlarını tanımlamak, özel verilerini ayrıştırmak ve olabildiğince çok katmanlı bir tarifle özgülleşen durumun cevaplarını aramak üzerine kurulu bir pratik bu. Alışıldık mimari üslupları, bildik akımların motivasyonlarını ve tasarım alışkanlıklarını zaman zaman devreye sokuyoruz. Ama yine de bunlara kayda değer bir yatırım yapmıyor, her projenin kendi sorunlarını tariflemeye çalışıyoruz. Kuşkusuz bu bağlamda ortaya çıkan ürünleri birbirlerine yaklaştıran bazı özellikler var. Ancak biz bunların görüntüselliklerinden ziyade fikriyatıyla, zihinsel nitelikleriyle ilgileniyoruz.



Onur AKIN:
Ağa Han Ödülü’ne layık görülen, “İşçilerin eve gitmek istemediği fabrika” ünvanını alan İpekyol Tekstil Fabrikası hakkında, bugüne kadar basında yer alan bilgiler haricinde biraz bilgi verebilir misiniz? Zira, bildiğimiz kadarıyla nitelikli yapılara verilen Ağa Han Ödülü ilk kez bir sanayi yapısına verilmiş oldu.

Emre AROLAT:
İpekyol fabrikası birkaç yıl önce Almanya’nın en önemli mimarlık dergilerinden olan Baumeister dergisinde yayınlanmıştı. Bu yayın beni bir yandan yapının tasarımcısı olarak gurulandırırken bir yandan da dünyayı kavrama biçimim üzerinden bir tür endişeye sürüklemişti. Zira yapı hakkında bir Alman editörün kaleme aldığı metnin son bölümünde, işçilerin fabrika yapısını çok sevdikleri, bu nedenle de akşamları evlerine dahi gitmek istemedikleri yazıyordu. Bu bölümü okuyunca, şaşkınlık, utanç ve hiddetle karışık bir pişmanlık duygusu içine düştüğümü hatırlıyorum. Şunu hepimiz gayet iyi biliyoruz ki fabrikalar genellikle işçi sınıfının pek de sağlıklı olmayan çalışma ortamlarında, çileli bir hayatı tükettikleri yerlerdir. Ben herhangi bir fabrikanın herhangi bir işçiye eve gitmeme duygusu verebileceğine inanabilecek birisi değilim. İçinde yaşadığımız bu sermaye egemen dünyanın ortaya koyduğu sosyal sorunları görmezden gelebileceğimizi düşünmüyorum. Öte yandan mimarların ve mimarlık etkinliğinin bu sorunlarla cepheden yüzleşmesinin önemli olduğuna, iyi bir tasarımın dünyadaki bütün haksızlıkları ortadan kaldıramasa bile etkili olabildiği alanda bir tür ışık yakabileceğine inanıyorum.
İpekyol fabrikasının bu ödülü alan ilk endüstri yapısı olması bakımından bu yıl hayli ilgi çektiğini söyleyebilirim. Doğrusu bu seçimin Aga Khan ödülü için önemli bir adımtaşı olduğunu ve bir tür dönüm noktasını işaret ettiğini ödül töreni öncesinde kısa bir sohbet imkanı bulduğum Aga Khan’ın kendisinden duymuş olmak, benim için heyecan verici bir deneyimdi.



Onur AKIN:
Sığınma sergisindeki sığınma mekanları; kentten geri çekilme, davetsiz misafirleri dışarıda tutma veya içeridekileri koruma ve kontrol etme arzusu veya kontrol etme ihtiyacı için oluşturulmuş mekanlar olarak tarif ediliyor. Bu tarifi yorumladığımda; insanların artık birbirlerine güvenmedikleri ve birbirlerinden korkar oldukları sonucuna ulaşıyorum. Dergimizin 13. sayısında Mimar Boran Ekinci ile yaptığım röportajda, Boran Bey’e yönelttiğim bir soruyu size de sormak istiyorum. Zira, bildiğiniz üzere Boran Bey de Açık Şehir İstanbul Sergisi içerisinde Sığınma başlıklı sergiye katkıda bulunmuştu…

Eskiden insanlar kasabalarda yaşarken, her aile kendine ait tek katlı veya en fazla iki katlı bahçeli mütevazi evlerde otururmuş. Komşuluk, paylaşım ve güven varmış. Ürününü yetiştirir ve geçimini bir şekilde sağlarmış… Sanayi devriminin ardından ekonomiye dayalı hızlı kentleşmeyle birlikte, gerek kısıtlı olan alanlarda daha fazla insan barındırabilmek gerekse modern yaşamak amacıyla apartman yaşamı tercih edilir oldu. Şimdi ise yine şehirden olabildiğince uzak, bahçeli, az katlı ve kale benzeri korunaklı evlerde yaşamak isteği ile eskiye modern bir yaklaşımla dönüş söz konusu. Bu istekler “kale benzeri korunaklı yapılarda yaşamak” dışında çok normal sayılabilecek şeyler. Acaba bu şekilde yaşamayı tercih eden kesim, daha önce köyünden, kasabasından şehre göç etmiş olan insanların; köyde, kasabada hiç yaşamamış, tamamen şehir kültürü ve bencilliği ile büyümüş olan çocukları mıdır diye ilginç bir teori geliyor insanın aklına. Şehir hayatının acımasızlığı, korkuyu ve güvensizliği de beraberinde getirmiş sanki..Sonuç olarak herhangi bir yapı, henüz fikir aşamasındayken; doğal çevreyle uyumu, kültürel değerler, coğrafi koşullar, sosyo ekonomik ve beşeri faktörler gibi insani unsurlar hesaba katılarak projelendiriliyor. Dünyamız gittikçe kötüye giderken ve insanların birbirine daha çok kenetlenmesi gerekirken, bu sınırları koyarak bireyselliğe yönelinmesini siz nasıl yorumluyorsunuz? Bu şartlarda insanları gelecekte nasıl bir sosyal yaşam bekliyor olabilir? Ayrıca bu tür yapıları tasarlarken; acaba yapıdaki duvar veya pencere ya da bahçe duvarları, burada yaşayacak olan insanları nasıl daha güvenli kılar, mahremiyetini en iyi şekilde nasıl korur gibi kriterler üzerinde düşünüyor musunuz ya da bunlar bir kriter midir?

Emre AROLAT:
80’li yılların başında Toplu Konut Yasası’nın çıkmasıyla ve paralelinde gelişen teşviklerle konut sektörü büyük bir patlama yaşadı ve çeşitli kollardan hızlı konut üretimi yapılmaya başlandı. Yap-satçı üretimin yanı sıra, özel sektör de kent dışındaki boş ve büyük arazilerde toplu konutlar inşa etti. Sermayenin kapitalizmin tarihinde ilk defa “gayrimenkul” odaklı bir hareket kazandığı 80’lerden itibaren özel sektörün ürettiği toplu konutlar, hızlı bir şekilde yüksek kar elde edebilmek için orta, üst-orta ve üst gelir gruplarını hedef aldı. Nüfus artışının kent yaşamında neden olduğu sorunlar, ‘uydu kent’ olarak da nitelendirilen, kent dışındaki yeni konut projelerini kent yaşamından uzaklaşmak isteyenler için bir tür çekim merkezi haline getirdi. Bu süreçte kentin çeperlerinde bahçeli tek evlerden ya da az katlı apartman bloklarından oluşan lüks konut siteleri üretilmeye başlandı. Başlangıçta çağdaş planlama ilkelerine uygun, çevresiyle bütünleşmiş ve zengin açık alanlar vaadeden bu tür yerleşmeler, zamanla bu ilkelerden verilen ödünler ve kısa vadeli noktasal ticari yaklaşımlar ile çok katlı, niteliksiz ve herhangi bir özgünlük içermeyen uydu kentler olarak ortaya çıktı.
Bir yandan sosyolojik diğer yandan kentsel bağlamda bu coğrafyadaki en önemli mekansal sorunlardan biri olduğuna inandığım “kapalı site” olgusu da bu süreçte yavaş yavaş temellerini oluşturdu. Tülin Görgülü’nün “Türkiye’de Yeni Konut Eğilimleri, Türkiye’de Barınma Biçimlerinde Yaşanan Değişimler: Son Dönemde Yapılan Tüketim Odaklı Yapılar” başlıklı makalesinde de belirttiği gibi, özel sektör eliyle yaratılan bu uydu kentler zamanla ‘konsept projelere’, işlevleri birarada kullanarak -bina olmaktan öte- adeta birer ‘işletme’ye dönüştüler. Hatta önceleri hayli tuhaf karşılansa da bu yerleşmeler zamanla kentin içinde bir ‘kurtarılmış bölge’ gibi adalaştılar. Sosyo-ekonomik anlamda bir tür ‘kentsel ayrışmaya’ neden olan, sosyal sınıflar arasındaki farklılaşma eğilimini tetikleyen, kenti paylaşarak kullanması beklenen kitleleri birbirinden kopartarak sosyal yoksunluğu körükleyen bu yönelim, giderek kentin bazı bölgelerinin egemen morfolojisini oluşturur hale geldi. Barınmanın ötesinde, yüzme havuzu, restoran, spor merkezi, çocuk yuvası gibi yan işlevleri de bünyesinde barındıran bu ‘kapalı dünya’ların işleyişi, özel sektörün projeye yatırdığı sermayenin geri dönüş hızını arttırarak kendileri için cazip bir yatırım aracı haline getirirken, kullanıcılarına güvenlik ve ayrıcalıklı olmayı vaat eden bu konutlarda yaşamak adeta bir sosyal statü aracına dönüştü.



Onur AKIN:
Çoğu mimar ya da tasarımcı, tasarım yaparken doğal çevre koşullarını ve insanların isteklerini göz önünde bulundurarak ortaya bir şeyler çıkarıyor. …nazaran sergisi ile mimarlık dünyasının dışından farklı bir kitleye de ulaşıldığı biliniyor. Yapılan yorumlar bakımından düşünüldüğünde bu sergi sizin açınızdan genel istekleri etkiledi mi ya da tasarımlarınızda bir şeylerin değişmesine neden oldu mu? …nazaran, neye ya da kime nazaran?

Emre AROLAT:
Mimarlık dünyasının dışındaki bu yeni ortam, aynı zamanda o yapıları üreten mimarları da o güne dek hiç olmayan bir biçimde gündeme taşıdı. Artık bazı yapılar, yıllardır mimarlık dünyasını üzen bir biçimde sadece o dünyanın kendi içinden konuşulur olmaktan çıktı. Dahası kimi yapılar veya projeler, hep yakınıldığı gibi yatırımcı veya yapımcılarının değil, mimarlarının ismiyle anılır oldu. Ve bugün artık mimarların dışında meraklı bir izleyici topluluğundan söz edilebilir. Bu grup, sadece doğrudan ulaşabildiği sayısal verileri değil, projenin başarısını koşullayan tasarım motivasyonlarını dahi sorunsallaştırıyor. Hatta mimarlık dünyasını bu kere de tersinden kızdıracak bir girişkenlikle akıl yürütüyor, ayrıştırıyor ve fikrini söylüyor.
Bugün, mimarın mimarlık dünyası dışında da önemsenmesi, hatta kendisinin bile şaşıracağı bir abartı ile yüceltilmesinin yanında, hatta belki de karşısında, kendi iç dünyasını genişletemediği ve zenginleştiremediği oranda dış ortam tarafından hafife alınma tehlikesi de söz konusu. Bu karşıtlıkla modern dünyanın kimi meslek içi ve meslek dışı ortamlarının bir şekilde birbirine yaklaşmasını, karışmasını ve giderek homojenleşmesini birlikte düşünmek ilgi çekici olacaktır. Ancak son dönemde mimarlık ortamının kendi kendisini yeniden üretmekte ne kadar zorlandığı ve giderek kavruklaşma tehlikesiyle hangi oranda yüz yüze geldiği konusu ise uzunca bir konuşmayı hak ediyor. Bu konuşma, bulunduğu statüyü koruma güdümüyle davrananların ve hem kendisinden hem de dünyadan pek memnun olanların sayısının şaşırtıcı bir hızla arttığı bir ortamda, mimarlığın nasıl ve ne oranda toplumsallaşabileceği konusundaki bir tartışmayı da tetikleyebilir. Bu sığ ve kendi içine kapalı durumun sadece Türkiye’ye özgü olmadığı da aşikar. “…nazaran,” Sergisi’nin, mimarlığın ve tasarımın modern dünyada fazlasıyla talep edilir bir fenomene dönüştüğü, ancak paradoksal olarak kendi kendisini anlamlı bir biçimde yeniden üretmekte zorlandığı bir tür tıkanıklık dönemine denk gelmiş olmasını ilginç buluyor, sadece bu zamanlamanın bile, onu polemik üretmeye muktedir kıldığını seziyoruz.



Onur AKIN:
Bu soru bizim klasikleşen sorularımızdan ve sizinle oldukça bağlantılı olduğunu düşünüyorum, çünkü bir çok üniversitenin mimarlık fakültesinde atölye yürütücüsü olarak görev yapıyorsunuz. Üniversitelerde sizin zamanınızda verilen eğitimle, şimdiki zamanda verilen eğitim arasında teknolojik açıdan çok büyük farklar olduğu bir gerçek. Konuyu en dış çerçevede yüzeysel olarak ele alırsak; geleneksel çizim tekniklerine ek olarak, kullanılan bilgisayar destekli çizim-tasarım programlarının varlığı, internet ve görsel-basılı medya üzerinden sağlanan paylaşımlar sayesinde ortaya çıkarılan eserlere bakarak, eskiyle yeni arasındaki bu farkı net bir şekilde görmek mümkün. Tabii ki bütün her şeyde olduğu gibi mimaride de geleneksel yaklaşımlar yerini çok hızlı bir şekilde modernizmin de ötesinde futuristik bir yaklaşıma bırakıyor. Bu açıdan düşünüldüğünde, sektörel deneyimlerinize rağmen tasarımsal açıdan zorlandığınız zamanlar oluyor mu? Eski sisteme ve teknolojiyle gelen yeni sisteme göre geleceğin mimarlarını neler bekliyor olabilir, onlara tavsiyeleriniz nelerdir?

Emre AROLAT:
Mimarlık eğitimi, çeşitli vesilelerle eğitim kurumlarının içinde sıkça bulunduğum için üzerinde çok düşündüğüm bir alan. Ancak on yılı aşkın bir süre farklı üniversitelerin proje atölyelerinde bulunduktan sonra bunun salt yüksek öğretim bağlamında ele alınmasının anlamsızlığını kavradığımı sanıyorum. Zira bu sorunun çok daha geniş bir çerçevesi var. Okuma keyfi olmayan, hatta düpedüz okumaktan nefret eden, hayatı internet üzerinde sörf yapar gibi yüzeysel bir hızla yaşmayı seçen, herhangi bir konuda derinleşmeyi, bulunduğu yere tutunmayı reddeden, hatta bunu ahmaklıkla eşdeğer gören bir genel kalabalığın varlığından söz edilebilir yeni kuşak için. Ancak bu hikayenin başlangıç noktası yüksek öğrenimden çok daha önceye tarihleniyor. Üniversite bunun tamamlayıcı bir halkası olsa olsa.
Mimarlığa yeni başlayacak olan genç meslektaşlarıma dünyayı tek başlarına değiştirebileceklerine inanmalarını tavsiye edebilirim. Ortamdaki derin karamsarlığın tembelleştirici tuzaklarına düşmesinler. Çok okusunlar. Dünyayı, uzak ve yakın geçmişte olanları ve bugün yaşananları öğrensinler. Takipçi ve eleştirel olsunlar. Merak etmekten, gezip görmekten yılmasınlar. Gezerken bile okusunlar. Okurken düşünsünler. Okumazken de düşünsünler. Sorgulayarak ve gündelik yönelimlere karşı çıkarak, ama her durumda anlamaya ve kavramaya çalışarak üretsinler. İnandıklarının peşinde bıkmadan usanmadan koşsunlar. Eğer haklılarsa bir gün mutlaka olacaktır...




Onur AKIN:
İnsanoğlunun geçmişten beridir genel gidişata bağlı olarak hayallerinde betimlediği geleceğin şehir kavramı; yüksek, parlak ve bir o kadar da karanlık gökdelenler arasında uçuşan araçlar, robotlar, yapılarda otomatik ve karmaşık kapılar, asansörler, merdivenler, ışıklar ve benzeri imgelerden oluşuyor. Ütopik gibi görünse de henüz yeni yeni uygulanmaya başlanan teknolojik projeleri, belki de ileride uygulamaya geçirilecek süper teknolojik kentlerin temellerini teşkil ediyor. Jacque Fresco’nun The Venus Project adlı çalışması buna en güzel örneklerden biri. Fresco, yaptığı tüm modellerde geleceğin nasıl olacağını bilemediğini ama bu modellerin tamamının geleceğe geçiş için kavramsal tasarımlar olduğunu ve gelecekte böyle olmalarının gerekmediğini, daha farklı ve yeni teknolojiler kullanılarak daha üst seviyede tasarımlar yapılabileceğini belirtiyor. Projede, kendi kendini onarabilen şekil hafızalı metallerden kendi kendini inşaa edebilen binalara kadar süper teknolojik öngörülerde bulunuluyor. Bu tarz yoğun teknoloji ağırlıklı futuristik mimari projeler hakkında neler düşünüyorsunuz? Her şey toz pembe ve ayaklar yere basmıyor mu, yoksa mantıklı ve fizibilitesi yüksek hayaller mi? Hayatımızda bu kadar fazla teknolojinin olmasına gerek var mı? Hayal edilen, tasarlanan her proje hayata geçirilebilir mi? Artıları ve eksileri ile değerlendirebilir misiniz?

Emre AROLAT:
Elli yaşıma yaklaşırken halen kavramaya çalıştığım bu dünya, benim gelecek senaryolarımı pek de iyimser olmayan bir kanala sürüklüyor zira. Kentlerin giderek büyüdüğü, büyürken içinde bulunan her türlü kalitenin hızla eridiği bir dönemi yaşıyoruz hep birlikte. Guy Debord, 68 hareketi döneminde kaleme aldığı “Gösteri Toplumu” adlı metinde bugün içinde yaşadığımız üretim, değişim ve tüketim mekanizmalarının oluşturduğu dünyayı resmederken, “Gösteri kendini tartışılmaz ve erişilmez devasa bir olumluluk olarak ortaya koyar. Görünen şey iyidir, iyi olan şey görünür” der. Bugün Debord’un yaklaşık 40 yıl önce hayli uzak görüşlü bir keskinlikle tanımladığı ‘gösteri’nin tam da merkezinde duran ve bir tür anti-bağlamsal kanaldan beslenen yaygın mimarlık yöneliminin, dışarıdan zaman zaman tam tersi bir durum algılanıyor olsa da, mimarı giderek daha afirmatif/kabullenici hatta işbirlikçi bir pozisyona sürüklediği aşikar. Zira mesleki varoluş temellerini salt başarı ve kazanç üzerinden odaklayan mimar kesimi için artık daha fazla ve daha gösterişli üretmekten, rakiplerinden daha afili yapıtlar ortaya koymaktan başka bir yol yok gibi. Sistemin kibirli ve buyurgan çarkları onu derinden derine egemenliği altına alıyor. Yeni ve pırıltılı bir dünyanın bir tür form akrobasisi ile oluşan fragmanlarını üretmek, adeta hazzı çıkarılan bir oyuna dönüşüyor. Sermaye egemenliğinin gittikçe keskinleştiği, üretim ve tüketim mekanizmalarının devinimine hapsolmuş yaşamın, gün geçtikçe kavruklaştığı bir dönem bu. Kapalı siteler, içe dönük alışveriş merkezleri ve her anlamda gücünü yitiren bir kamusal alan, kentlerin yeni yüzlerinin ayrılmaz parçaları. Elli yıl sonra ne olacağını kestirmek pek mümkün değilse de söz gelimi önümüzdeki onyılın kentsel tasarım motivasyonlarının farklı olabileceğine dair umut verici bir durum görünmüyor ortalıkta yazık ki.




Onur AKIN:
Teknolojinin, insan hayatını kolaylaştırmak adına hemen her alanda etkin bir şekilde kullanıldığını görüyoruz. Mimari alanda “RESIDENCE” olgusuyla birlikte ortaya çıkan “AKILLI EV” kavramı; inovasyon, teknoloji ve hayal gücünün birleşimiyle, alışık olduğumuz-bildiğimiz yapıların formlarında ve işlevlerinde gözle görülür bir değişikliği de beraberinde getirdi.

Özellikle son dönemlerde adını sıkça duyduğumuz nano teknoloji, yapay zeka, temiz enerji ve bilgisayar teknolojileri gibi kavramların yapı sektörüne uyarlanması farklı metaryallerin kullanımını da artırıyor. Bugün Yerküre’de 7 milyara yakın insan yaşıyor ve dünya artan bir ivmeyle hızla değişiyor. Her yeni mimari uygulama, toprakla gökyüzü arasına bir perde daha çekiyor … Gittikçe daha da karmaşık bir hal alan teknolojik gelişmelerin de etkisiyle, doğal kaynaklarımızı hızla tüketiyoruz. Yapı sekörünün, bu doğal kaynak tüketiminin yüzde 50’sinden sorumlu olduğu da bilinen gerçekler arasında…Yurtdışında uygulamaya geçirilmiş veya araştırması devam eden çevre dostu sayısız proje var. Bir çok tasarımcı ve mimar da bu yönde ciddi anlamda çalışmalar yapıyor ve hatta bunu yaşam tarzı olarak benimsemiş olanlar bile var. Bunun yanında, rant sağlamak ve reklam aracı olarak kullanmak için, moda ve trend olarak görenlerin sayısı da azımsanmayacak ölçüde fazla.

Tüm bunlar incelendiğinde, sürdürülebilirlik düzeyinin üzerinde bir tüketim olduğu görülüyor. Sonuç itibarı ile, yeşil mimari, enerji etkin mimari, ekolojik mimari, çevresel tasarım, teknolojik mimari, çevreye duyarlı mimari, akıllı mimari gibi birbiriyle çelişen bir çok kavrama sahip olan sürdürülebilir mimarlığın; doğal çevre ile insanların oluşturdukları çevre arasındaki geçişi en yumuşak, en uyumlu ve en az zararla en çok fayda sağlayacak biçimde tasarlamak ve uygulamak olduğunu biliyoruz. Yapılmak istenilenle yaşanan bu anlam karmaşası karşısında, çevre dostu projeler de üreten dünyaca tanınan bir mimar olarak, gündemi bu denli meşgul eden bu konunun, sektörü getirdiği nokta ve genel gidişata bağlı olarak sürdürülebilirliği nasıl tanımlarsınız?

Emre AROLAT:
"Yeşil mimari", "sürdürülebilir enerji", "ekolojik tasarım" gibi kavramlar, özellikle son birkaç yıldır mimarlık üretiminin gündeminde hayli geniş bir alanı meşgul eder oldu. Hiç kuşku yok ki ilk bakışta bu alanı oluşturan yönelimlerin arkasında, hangi bilinç düzeyinde olduğuna bakılmaksızın kutsanabilecek bir tür duyarlılık var. Sonuçlarını küresel ısınma omurgasında izleyebildiğimiz değişimler, insanoğlunun içinde bulunduğu dünyayı ne denli sınırsızca etkilediğinin en açık göstergeleri. Yapı üretimi endüstrisinin bu süreçte rol alan en önemli unsurlardan biri olduğu artık ölçülebilir bir gerçeklik. Özellikle yoğun yapılaşma sonucu ortaya çıkan ısı adalarının yaşamsal etkileri, toprağın olumsuz anlamda yer ve hal değiştirmesi, yeni yerleşmeler aracıyla belirli bölgelerdeki kullanım yoğunluklarının ekolojik dengeleri bozacak oranda artması gibi tetikleyicilerin bu bağlamdaki rolleri ortada. Böyle bir gerçeklikle birlikte, söz konusu endüstrinin belirleyici aktörlerinden olan herhangi bir mimarın, bu kavramlarla hiçbir ilişki kurmadan, çevresinde bu anlamda olup bitenlere gözünü tamamen kapatması düşünülemez.
Ancak madalyonun diğer yüzünü unutmamalı. İçinde bulunduğumuz sermaye egemen dünya, tüketim dişlilerinin arasına sokabildiği her konuya olduğu gibi, “sürdürülebilirlik” olgusuna da bir tür piyasa enstrümanı olarak bakmaya meyilli. Dikkat etmeli. Zira bu olgunun bu bağlamda metalaştırılama kapasitesinin yüksekliği, yazık ki tehlikenin büyüklüğü ile de eşdeğer görünüyor.



Onur AKIN:
Mimarlık hayatınız boyunca sizi ileriye taşıyan, olduğunuz yerde saydıran veya daha da geriye götüren ya da yenileyen bir veya bir kaç dönüm noktanız oldu mu?

Emre AROLAT:
Ailenin ikinci kuşak mimarı olmak hernekadar başlangıçta büyük bir avantaj gibi görünse de zaman içinde ilişkiler bağlamında kaldırılması ve başedilmesi hayli güç bir yük haline gelebiliyor. Biz bu ilişkiye 23 yıl önce, ben Amerika’dan döndüğüm gün başladık. O sırada benim yaşımda bir mimarın hayal bile edemeyeceği ölçekte bir sürü projenin içinde buldum kendimi. Bu esaslı bir avantajdı kuşkusuz. Alttan, arkadan, gizlice iş çevirir gibi, etrafa pek de çaktırmadan yavaş yavaş arttı sorumluluğum yıllar içinde. Bu süreçte kritik dönemeçler vardı yol üstünde. Geriye baktığımda yaptığım en şahane şeyin hem eğlenecek hem de delice çalışacak zaman ve alanları oluşturabilmek olduğunu düşünüyorum şimdi. Anne ve babamın yarattığı olanakları sonuna kadar kullandım mı bilmiyorum. Arolat Mimarlık’ta annem ve babamla toplam 17 yıl süren bu birlikteliğin ertesinde, 2004 yılında Gonca Paşolar ile EAA-Emre Arolat Architects’i kurmak sanırım meslek hayatımın en önemli dönüm noktalarından biri buydu.



Onur AKIN:
Emre Arolat mı, EAA mı?

Emre AROLAT:
Ofisimize teknik yetkinlik ve zihinsel muhakeme anlamında ciddi bir yatırım yapıyoruz. Bunun karşılığını almaya başladığımızı ve son dönemde her anlamda kaliteli ve yoğun bir üretkenlik seviyesine ulaştığımızı sevinerek söyleyebilirim. Kuşkusuz bu sadece bizlerin çabasıyla becerilebilecek bir şey değil. Burada birlikte çalışmakta olduğumuz ekibin rolü çok büyük. Aramızda çok değerli arkadaşlar var ve onlar geleceğin iyi mimarları arasında yerlerini alacaklar. Bizim niyetimiz ve ana hedefimiz daha çok ortaklı bir ofis haline gelmek. Daha kaliteli ve daha rafine bir ürün ve daha iyi düzenlenmiş, daha keyifli ve daha az yorucu bir üretim sürecine ulaşmak için çok çalışmalıyız. Benim gücüm nereye kadar yeterse oraya kadar giderim. Ancak bir noktadan sonra EAA, Emre Arolat'ın önüne geçmelidir. Çok sevindirici bir durum olarak bu durum yavaş yavaş gerçekleşmeye başladı. Tabii ki bir figür, bir tür rol modeli veya bir temsilci olarak benim şu andaki varlığım önemli. Ama yavaş yavaş bu önem azalır ve diğer arkadaşlarım ön plana çıkarlarsa bu beni çok sevindirir.



Onur AKIN:
Bildiğiniz gibi dergimiz Türkiye dışında da yayınlanan uluslararası bir vizyona sahip. Dünya çapında tanınan başarılı Türk bir mimar olarak, dünya genelinde mimarlık sektörünü ve Türk mimarlığını nasıl görüyorsunuz?

Emre AROLAT:
Dünya o kadar küçüldü ki... Bu anlamda öyle pek de büyütülecek bir fark olduğunu düşünmüyorum doğrusu. Diğer mesleklerdeki nitelik ortalamasının farkı kadardır ancak. Özel bir durumu yok yani bu mesleğin. Hem Türkiye’de hem de dünyada hayli derin bir tıkanıklık olduğu iddia edilebilir. Bu dünyadan memnun olma halinin ve bireysel tatmin mekanizmalarının oluşturduğu iklim, mimari üretimi kapatıcı bir yönde koşulluyor.



Onur AKIN:
Vaktinizi ayırdığınız için Üstün Ev Dergisi adına çok teşekkür ederim.

Bu yazı Üstün Ev Mimarlık Dergisi'nin 16. Sayısında yayınlanmıştır. İzin alınmadan başka yerlerde kullanılamaz. www.ustunev.com.tr

Yorumlar

Yorum Gönder

Yorumunuzu buraya yazabilirsiniz. Yorumunuza en kısa sürede yanıt verilecektir.

Bu blogdaki popüler yayınlar

MİMARİ YAPILARDA GÖRME ENGELLİLER İÇİN İÇ ve DIŞ MEKANDA YAPILAN DÜZENLEMELER

KAYKAY SPORUNUN TARİHÇESİ VE TÜRKİYE’DEKİ GELİŞİM SÜRECİ

SKATE İZMİR